İnsan nedir? Nasıl olmuş da farkındalık kazanmış? Peki bu farkındalık ne kadar değerli? Hafızamız olmadan bir değerimiz var mı?
Henüz genetik bilimindeki tüm gelişmelere rağmen tam olarak insan neden kendinin farkında? Neden nereden geldim, nereye gidiyorum gibi hayatın anlamına ilişkin sorular soruyor? Böyle sorulara tatmin edici cevap veremiyoruz. Kafamızın içindeki nöron ağı nasıl olup da hem hafıza hem de işlemci olarak çalışabiliyor? Ya da nasıl oluyor da organlarımızın fonksiyonlarını tam olarak anlamakta zorlanıyoruz?
Genellikle ölüm korkusu ya da endişesi ile yaşarız. Büyük olasılıkla bu, yaşadığımız sürece, bir gün geldiğinde öleceğimizi bilmemizden kaynaklanıyor.
Kimilerine göre, ölmemizin nedeni doğmamızdır. "Doğduğumuz anda ölmeye başlarız" düşüncesi, felsefede uzun bir geçmişe sahip olan ve hala güncelliğini koruyan bir konudur. Bu düşünce, insanın varoluşunu, zamanı, yaşamın anlamını ve ölüme karşı tutumunu anlamamıza yardımcı olabilir. İnsan doğuma ve ölüme karşı bir seçeneğe sahip olmasa da kısa sayılabilecek bir yaşama ve pek çok seçeneğe sahiptir. Bu yaşamı hiç bir şey yapmadan da tamamlayabilir. Dünyayı değiştirecek ve etkisini nesiller boyu bırakabilecek bir hayatı dolu dolu da yaşayabilir.
Ötanazi, dayanılmaz acı ve çile çeken bir kişinin, kendi isteği veya yakınlarının talebi üzerine, acı çekmesini önlemek amacıyla yaşamına son verilmesi anlamına gelir. Başka bir deyişle, bir kişinin yaşamı, tıbbi yöntemlerle kasıtlı olarak sonlandırılır.
Ötanazi insan için bir haktır. Ancak pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de yasal olarak bir kişi ötanazi ile yaşamına son veremez.
Ölüm, bir organizmayı ayakta tutan tüm biyolojik işlevlerin geri döndürülemez bir şekilde sona ermesidir. Oldukça yalın bu tanımı biraz daha detaylandıralım: Vücudun temel fonksiyonları olan merkezi sinir sistemi, dolaşım sistemi ve solunum sisteminin geri dönüşümsüz olarak kaybıdır. Ölümden bir süre sonra tüm doku ve hücreler kademeli olarak canlılıklarını yitirir. Beyin sapı dahil olmak üzere beynin işlevi geri döndürülemez bir şekilde son bulur. Kan dolaşımı durunca hücreler için gereken oksijen, besin dağıtımı durduğundan hücreler enerji üretemez, hücrelerin içerisinde ortaya çıkan atıkları uzaklaştıramaz. Daha da önemlisi bakterilerin çoğalmasını kontrol altında tutan savunma sistemi de kapandığından vücut savunmasız kalır.
Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma düğmesine basarsanız açılır. Bu bir gerçektir. Tabii kumandanın pili yoksa açılmaz ya da televizyon bozuksa açılmaz. Dolayısıyla gerçek de duruma göre farklı olabilir. Ancak gerçek kavramı söz konusu olduğunda somut ya da objektif bazı oluşlardan söz ediyor olduğumuz açıktır.
Sezgi, gerçeği dolaysız olarak kavrama, bilinçli bir düşünme ve yargıya varma süreci olmaksızın doğrudan, aracısız bilgiye ulaşma yetisi olarak tanımlanabilir. Felsefede, sezgi kavramı farklı anlamlar ve önemler taşımıştır. Örneğin, Descartes ve Kant sezgiyi akılsal bir yeti olarak görürken, Bergson sezgiyi felsefenin yöntemi ve hayatı kavramanın yolu olarak savunmuştur. İslam felsefesinde ise sezgi (hads) kasıt gütmeden edinilen bilgi türü olarak tanımlanmıştır.
Ütopya, gerçekleşmesi imkansız veya çok zor olan ideal toplum tasarımıdır. Ütopya kavramı ilk olarak Thomas More’un 1516 yılında yazdığı Utopia adlı kitabında kullanılmıştır. Bu kitapta More, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerlere dayanan hayali bir ada ülkesini anlatmıştır. Ütopya örnekleri arasında Platon’un Devlet, Campanella’nın Güneş Ülkesi, Bacon’un Yeni Atlantis gibi eserler sayılabilir. Bu eserlerde yazarlar, kendi dönemlerinin sorunlarına karşı ideal veya eleştirel toplum tasarımları sunmuşlardır. Ütopya, edebiyatın yanı sıra felsefe, siyaset, sosyoloji ve ekonomi gibi alanlarda da önemli bir kavramdır. Ütopya, insanların daha iyi bir dünya hayal etmelerine ve bu hayali gerçekleştirmek için çaba göstermelerine olanak sağlar. Ütopya, aynı zamanda mevcut toplumun eksikliklerini ve çelişkilerini ortaya koyar. Ütopya, hem bir ümit hem de bir eleştiri aracıdır.
Eklektik, farklı felsefi veya sanatsal sistemlerden alınan unsurların yeni bir sistem içinde yeniden kullanılması anlamına gelir. Eklektik kelimesi, Fransızca eclectique sözcüğünden Türkçe’ye geçmiştir. Fransızca sözcük ise Eski Yunanca eklektikós (seçici, seçmeci) sözcüğünden alıntıdır.
İnsan vücudu sürekli olarak yenilenmektedir. Vücudumuzda bulunan hücrelerin her birinin farklı bir ömrü vardır. Bazı hücreler çok hızlı yenilenirken, bazıları çok yavaş yenilenir. Örneğin, cilt hücrelerinin ömrü yaklaşık 28 gündür, yani her 28 günde bir ölü cilt hücreleri dökülür ve yerine yenileri gelir. Kırmızı kan hücrelerinin ömrü ise yaklaşık 120 gündür. Beyin hücrelerinin ise yenilenme yeteneği sınırlıdır.
Paradigmanın İflası kavram olarak hep dikkatimi çekmiştir. Öncelikle çok gösterişli bir başlıktır. Ancak içi dolu mudur? Ortaya atıldığı dönemden bu yana geçen zamanda neler olmuştur? Dönemin projeksiyonu ve ortaya konulan öngörüler ne derece gerçekleşmiştir? Bunları cevaplayacak değilim. Ama en azından ne olduğunu anlamaya çalışmak isterim.
Dualite, Türkçede “ikilik”, “ikilem”, “ikileme”, “ikili denge” gibi çeşitli biçimlerde kullanılan ve doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini ifade eden genel bir terimdir. Dualite kavramı felsefede, matematikte, fizikte ve diğer bilim dallarında farklı anlamlar taşır. Felsefede dualizm, varlığın iki temel unsurdan oluştuğunu savunan akımdır. Dualite, bir şeyin iki zıt yönü veya iki karşıt unsurun bir arada bulunması anlamına gelir.
Rıza Tevfik Bölükbaşı ismini ilk defa İstanbul'da oyuncu Zeki Alasya'nın verdiği bir konferansta duydum. Yirmi yıl kadar önceydi. Oyuncu olarak tanıdığımız birinden böyle bir hazırlık izlemek pek keyifli olmuştu. Zeki Alasya, konferansında Rıza Tevfik hakkında anlatmaya çalışacağım bazı detaylara değinmiş, iyisiyle kötüsüyle bir insan olarak ele aldığı bu adamın hayatını dinleyenlere aktarmıştı.
Bir grup insan, doğumlarından itibaren bir mağaranın içinde zincirlerle bağlanmış olarak yaşamaktadır. Bu insanların yüzleri mağaranın duvarına dönüktür ve duvara yansıyan gölgeler onların görüp algılayabildikleri tek gerçektir. Mağaranın girişinde ise bir ateş yakılmıştır ve bu ateş, arkadan geçen nesnelerin gölgelerini duvara yansıtmaktadır. Mahkumlara göre dünya, görüp yorumladıkları ve bu nesnelerin ne olduğunu anlamaya çalıştıkları duvardaki gölgelerden ibarettir. Güvenli ve verileni kabul eden bu yaklaşım mahkumların hayatını kolaylaştırmaktadır.
Yaptığımız seçimler geleceğimizi önemli ölçüde etkileyebilir. Bu konuda insanların özgür iradesine güvenmek ise beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Zira eğitilmemiş bir irade kolayca etkilenebilir. Basit sebep sonuç ilişkilerini kuramayan insanlar olabilir. Örneğin, buz ince ise gölün üzerinde yürümek tehlikelidir. Ancak buzun kalınlığı kolayca göz ardı edilebilecek bir konudur. Kazalar hep böyle göz ardı etmeler yüzünden gerçekleşir. Beyin algıladığı ve çevresinde gerçekleşen her şeyi dikkate alabilecek işlem gücüne sahip değildir. Bu nedenle pek çok şeyi göz ardı edebilir. Bazan dikkatimizden kaçan, yola atlayan bir küçük çocuk ya da yaklaşan bir tren olabilir. Bu kabul edilmesi gereken ve yapılan işin niteliğine göre her zaman uyanık olmayı gerektiren bir durumdur. Kimi zaman önemsiz kimi zaman da hayati sonuçların ortaya çıkması yapısal bir problemimizdir. Sadece insanlarda değil hayvanlarda da durum aynıdır. Çok susadığı için timsah dolu bir su birikintisine yaklaşan hayvan gibi. Yakalanma ihtimali kolayca göz ardı edilebilir.
Adalet ve hukuk gibi kavramlar doğamızda yoktur. Doğamızda ağırlıklı olarak, hayatta kalmak ve neslimizi sürdürmek vardır. Küçük insan topluluklarında bu çok önemli değildir. Birlikte hayatta kalmak ve üremek kolaydır. Güçlü iseniz gruptaki gıcık kaptığınız ferdi punduna getirip öldürürsünüz. Kimse sizi yargılayıp cezalandıramaz. Sıradaki şanssız olmayı kim ister ki? İnsan toplulukları büyüse de temeldeki bu yapısal durum değişmez. Yani kimse adalet ve eşitlik istemez. Böyle olunca bu toplumsal düzen sürdürülemez gibi gelir. Oysa öyle değildir. Nesiller boyu adaletsiz bir sistem sürebilir. Ancak yine bu düzenin yöneten açısından sürdürülebilir olması için bir adalet ihtiyacı doğar. Yönetici kendisine dokunulmasın diye bir iyi, kötü bir adalet düzenini kurar. Dikkat ederseniz tepedeki kendi üstünlüğünün devam edebilmesi için bir düzen kurmuştur. Adalet ve hukuk böylece kötünün iyisi olarak sisteme entegre olur. Genellikle inanç sistemi de buna gereken desteği verir. Bir de bakarsınız ki, inanç sistemi "öldürme, çalma, sabret, itaat et" gibi emirler ile hayatınıza girmiş. Şaşırtıcı olmayarak yöneten de sırtını inanç sistemine dayayabilir. Hatta inanç sistemin bir parçası olur. Firavunların yaşayan tanrılar haline gelmesi gibi. Hukuk, adalet ve inanç olmasa yöneten sınıfı yok etmek ve yerini almak son derece kolay olur. Firavun Akhenaton ya da IV. Amenhotep inanç sisteminde devrimci bir değişiklik yapmış ancak ölümü sonrasında oğlu Tutankhamun eski inanç sistemine geri dönmüştür. Hikayesi oldukça ilginçtir. Çok tanrılı din yerine tek tanrılı bir dinin daha iyi olacağını düşünmüştür. Belki de tek tanrılı dinlerin yayılmasına neden olmuştur (Museviliğin doğuşu bu tek tanrılı inanca bağlanır). Firavun Akhenaton mevcut dinsel yapının, kendisi öldükten sonra onu tarihten silmeye çalışarak izlerini yok edecek bir güce dönüşeceğini öngörememiştir.
Daha kötü bir yönetsel kaza da yakın tarihte Çar ve ailesinin başına gelmiştir.
16-17 Temmuz 1918 gecesi Çar II. Nikolay, Çariçe Aleksandra, kızları Olga, Tatyana, Anastasia, Maria, oğulları Aleksey, aile doktoru Yevgeniy Botkin, halayık Aloiziy Trupp, Çariçe'nin hizmetkarı Anna Demidova ve aşçı İvan Haritonov hapsedildikleri evin bodrumunda kurşuna dizilerek öldürüldüler. Cesetler terk edilmiş bir maden ocağında yakıldıktan sonra yakınlardaki ormanlık araziye gömüldü.
17 Temmuz 1998'de yapılan devlet töreniyle ailesiyle birlikte St. Peter ve Paul Katedrali'nde defnedildi. Çar ailesi, 2000 yılında Rus Ortodoks Kilisesi tarafından Aziz ilan edildi. 2008 yılında, Rusya Yüksek Mahkemesi Çar ailesinin öldürülmesinin haksız siyasi baskılar sonucu olduğuna, dolayısıyla siyasi cinayete kurban gittiklerine karar verdi ve itibarlarının iade edilmesini kararlaştırdı (Fotoğraf ve alıntı metni Wikipedia). Dini desteğin geç kalması bu durumda görüleceği gibi istenmeyen sonuçlar doğurabilmektedir.
Böyle örnekler çoğaltılabilir. Burada önemli olan, insanın binlerce yıl içerisinde yapısal olarak fazla değişmeden kalmış olmasıdır. Yani insanı kolayca pek çok şeye inandırmak mümkündür. Mesela dünyanın yuvarlak olduğu kolayca kanıtlanabilirken, düz olduğuna inanan çok sayıda insan bulunmaktadır.
Günümüzde bilgiye erişim son derece kolaydır. Ancak bu durum insanları daha akıllı yapmamaktadır. Örneğin Latin alfabesindeki rakamlar Arap alfabesinden alınmıştır. Zira Latin alfabesinde daha önce harflerden oluşturulan Romen Rakamları kullanırdı. Peki, derinlerde kalan ancak unutulmayan bu bilgi geniş kesimler tarafından biliniyor mu? Muzip biri denemiş ve Twitter'da Amerikan okullarında Arap Rakamları öğretilsin mi diye bir çoktan seçmeli oylama yapmış. Oylamaya katılanların %57'si hayır oyu vermiş. Doğru tahmin ettiniz, 5 ve 7 rakamları da Arap alfabesinden alınan rakamlar!
Bir toplumun başarısı yetkin insanların öncülük yapmasından kaynaklanır. Yetkin olmayan insanlar sistemde görev alacak olursa, sistem kolayca garipleşip kötüleşebilir. Devletteki devam böyledir. Yönetenlerden bağımsız olarak iyi çalışan bir sistem mükemmel olmasa da zamanla düzeltilebilir. Ancak kötü çalışan bir sistemin de sürdürülebilir olması mümkündür. İyi bir şekilde yaşamak biraz da insanlara bağlı olduğundan bu amaca kimi toplumlar ulaşır, kimileri ise ulaşamaz. En azından bulunduğumuz tarihte durum bu. Geleceğin neler getireceğini ise yapısal olarak mağara insanı beynine sahip nesillerimiz yaşayıp, görecekler.
İnsan zihni oldukça ilginçtir. Beyin içinde esir olduğu kapalı ortamda duyu organlarından gelen verileri işler ve kendi gerçekliğini yaratır. Bu gerçeklik hepimize aynı şekilde mi görünür?
Örneğin hepimiz kahvenin kokusunu biliriz. Burnumuz içerisindeki hücreler koku moleküllerini alarak bunlara ilişkin veriyi beyne iletir. Kahvenin o keskin ve güçlü kokusunu tanırız. Beynimiz kahve koktuğuna ilişkin algıyı oluşturur. Ancak herkes aynı kokuyu aynı şekilde mi algılıyor? Bir kişi belki de kahve kokusunu sülfür dioksit olarak algılıyor ve bunu harika bir kahve kokusu olarak kendi gerçekliğine yansıtıyor. Bir başkası ise yanık şeker kokusu olarak algılıyor ve kendi gerçekliğine yine harika kahve kokusu olarak yansıtıyor, olabilir. Hepimiz gerçekte ne algılıyor olsak da genel bilgilerin etkisi ile tamamen farklı kokular algılıyor olsak da kendi gerçekliğimizde oluşturduğumuz aynı koku mudur?
Bunun böyle olduğuna dair hiç bir deney olmayabilir benimki tamamen bir varsayım. Belki de hepimiz gerçekliği birebir aynı algılıyoruz.
Benzer genetik yapılara sahip olduğumuzdan hepimizin koku alırken benzer şekilde algıladığımız ve kendi gerçekliğimize oturttuğumuz düşüncesi akla daha yatkın. Yine de ilginç bir inceleme alanı.
Sözün özü, kapalı kutudaki beynimizin nasıl işleyip de dünyayı anladığını tam olarak bilemiyoruz. Yine de kavramları ele alabiliyoruz. Bilim ile gerçekleri ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. Bu güzel. Gelelim konumuza.
İki Kardeş Kavram: İnanç ve Kabullenme
İnanç, gerçekte kesin olan bir şeyin kanıtlanması için somut olgular olsun veya olmasın bir kişinin zihninde oluşan duruma verilen isimdir (1). İnanç hayatı kolaylaştırır. Belki de bu nedenle tüm canlılar inaç (dini kastetmiyorum) sahibi olabilirler.
Gerçek bir öyküyü hatırlayalım
1924 yılında Tokyo Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde görev yapan Prof. Dr. Hidesaburo Ueno, küçük bir köpek yavrusu buldu. Profesör Ueno, köpeğe Japonca'da "sekizinci" anlamına gelen Haçiko adını koydu(2). Haçiko dostu profesörün hep yanında olmak istiyordu. Ancak Profesör onu işyerine götürmüyordu. Köpek dostunu tren istasyonunun kapısının önünde bekler geldiğinde de birlikte eve dönerlerdi. Ne yazık ki Profesör bir akşam işten dönemedi. Şansız bir şekilde hayatını kaybetmişti. Haçiko bu durumu kabullenmedi. Hayatının sonuna kadar dostunu akşamları dönüş saatinde karşılamak için istasyonun kapısında bekledi.
İşte gerçek hayattan alınma bu öyküdeki sevimli dostumuz, arkadaşı Profesörün akşam işten geliş saatinde trenden inip geleceğine inanmıştı. Bunu benzer genetik yapıya sahip hayvanların da bizler gibi duygulara sahip olabileceklerini ve inanç kavramının ne kadar kuvvetli olabileceğini gösterebilmek için anlattım. Çevresindeki hayvanlar ile iletişim içerisinde olan ya da evinde bir evcil hayvan besleyenler onların da insanlar gibi duygulara sahip olduklarını daha kolay anlayabilirler.
Kabullenmek ise bir olguyu ya da düşünceyi kavramak ve benimsemektir. Popüler terimle içselleştirmektir. İçerisinde farkındalık vardır.
İnanç bir kavramın gerçek olsun ya da olmasın var olduğunu kabullenmektir. İşin ilginç yanı inanmadan da kabullenmek mümkündür. Yani bir dini inanca sahip olmasanız da, bir inancı kabullenebilirsiniz. Yani o inançla ilgili çok yüzeysel bilginiz olsa da onu kabullenebilirsiniz. Kabullenme bilgisizlik ile bir arada olduğunda biraz da cahillik ile birleşirse bilmediğiniz bir konuda düşünceler üretmek işten değildir.
Bir dine inanmayıp, zorunda kalarak ya da çıkar için kabullenmek mümkündür. İşte eğer kötü niyetlilerse bu kabullenmişler dini kendi amaçları için her şekilde kullanıp değiştirebilirler.
Platon Devlet isimli eserinin beşinci kitabında, bilginin inancın bir çeşidi olmadığını söyler. Ona göre bilginin gücü inancınkinden çok farklıdır (3).
Ekonomi başlangıç derslerinde ihtiyaçların sınırsız, kaynakların ise sınırlı olduğu söylenir.
İnsan hep daha fazlasını ister. Öyle ki yaşamını sürdürebileceğinden de fazlasına sahip olsa durmak bilmez. Hep daha çoğunu elde etmek için uğraşır. Bu durum mantık ile açıklaması zor bir davranış şeklidir. İnsan gereğinden fazlasını neden ister ki? Refah içerisinde yaşayan bireyin sınırlı olan yaşam zamanını daha çok keyif alabileceği şeyler yerine daha çok kazanmaya iten neden ne olabilir? İlkel şartlara alışmış beynimizin derinliklerinde işleyen bir sistem yeni bir şeyler elde ettikçe mutluluk hormonu salgılıyor olabilir mi? Belki de bu durum harcayamayacak kadar çok şeye sahip insanların daha çok kazanmak için uğraşıp durmalarını sağlayan dürtüsel bir sistemdir.
Dilerseniz evlerimizde birlikte yaşadığımız sevimli minik canlılardan biri olan kedilerin davranışlarını gözlemleyelim. Kediler evin her yanındaki eşyalarına sürtünüp kokularını bırakarak işaretlerler. Bu diğer kedilere ben buradayım ve bu bölge benim demenin kedice bir yoludur. Kedi bıkmak bilmeksizin sürekli bu davranışını yeniler. Bölgesi olarak işaretlediği yere yaklaşan tanımadığı başka kedilere tıslar, bağırır kimi zaman da saldırır ve oradan yabancıları uzak tutar. Çok uzaktan akraba olsak da kedilerin bu davranışı bana özel mülkiyet kavramını hatırlatır. Toprakları sahiplenip, başkalarını uzak tutarak koruyan atalarımızın bundan pek farkı yok gibi. Dünyanın istediğimiz yerinde istediğimiz kadar kalmak ve dilediğimizde başımızı alıp gitmek varken, görece küçük bir alanı yurt edinip kalmak belki de özgür irade ile alınan bir karar değil de, dürtüseldir. Dağın eteklerine yerleşip, ilerideki düzlükte tarım yapan birini düşünün. Ona "Biri" diyelim. Biri bu bölgeden kısa süreliğine uzaklara gittiğinde de ev dediği yeri özler. Geri dönmek için istek duyar. Biri yurt edindiği bu yere döndüğü zaman da mutlu olur. Bu durum ilkel dediğimiz tarih öncesinden kalma olan beynimizin, güvende hissetmek için bizi alet ettiğinin bir göstergesi olabilir.
Kapitalizmin fikir babası sayılan Adam Smith ünlü kitabı "Ulusların Zenginliği"nde bu ekonomik düşünce sistemi ve pratiğini "Doğal Özgürlüğün Sistemi" olarak adlandırmıştır. Belki de o da bunun insanın doğasından gelen dürtülerle böyle bir ekonomik sistemin dürtüsel olduğunu vurgulamıştı.
Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler şeklinde sloganlaştırılan liberal düzen bu sınırsızlığı geçmişte doğru kullanamamıştır. Örneğin göz alabildiğine uzanan tarım alanlarını işleyebilmek için insan gücüne ihtiyaç duyan Yeni Dünya gemilere istiflediği insanları köle olarak bu yeni topraklara taşırken kendini bunun doğru olduğuna inandırmıştır. Bunda Kapitalizm'in hiç mi etkisi yoktur? Tabi vardır. Mülkiyet kavramının çerçevesini genişletmekte ne sakınca vardır ki? Bu durum vicdanları rahatsız ettiğinde ise ortadan kalkmamış dönüşmüştür sadece. Günümüzde hala daha iyi hayat şartları için gönüllü olarak bir yerden başka bir yere göçmek çok da farklı değildir. Bulunduğunuz yerde kaybedecek bir şeyiniz kalmadıysa en azından karnınızı doyurmak ve bir barınma yerine sahip olabilmek için göç etmek, istiflenerek gemilerle Yeni Dünya'ya taşınmaktan çok da farklı değildir. Savaş nedeniyle Suriye'den kaçan insanların durumu çok yakın bir örnektir. Üstelik Kapitalist sistem artık satın alıp pek çok sorunla karşılaşmak yerine kiralamanın daha sıkıntısız olduğu noktasına gelmiştir. İnsanlar gönüllü olarak kendilerini, beyinlerini kiralamaktadırlar. Karın tokluğuna ve göreli olarak biraz daha iyi barınma şartlarına karşılık çok sayıda iş gücü bulabilmek sistemi ister istemez besleyecektir. Buraya kadar hepsi insanın dürtüsel olarak sürüklenip kapıldığı bir sistem söz konusu. Şartların dengesiz olarak dağılması çok da sıkıntı yaratmaz. Zira sistem size bir gün çok daha iyi şartlarda yaşayabileceğiniz kapıyı açık tutar. Pastanın tamamına yakın olan kısmını elinde tutan azınlık bir gün onlar kadar iyi durumda olma umudu taşıyan insanlar tarafından rahatsız edilmeden yaşayıp gider.
Zaman zaman bu rüya halinden uyanmalar yaşanır. Yakın zamanda yaşadığımız Amerika'daki ırkçılık karşıtı protestoları böyle durumlardandır. Adalet anlayışında karşılaşılan çarpıklık, kitleleri silkip ayaklanmalarına ve sistemin adaletli işlemesi için hareketlenmelerine neden olabilir. Organize olmayan insanları yönlendirmek ise kolaydır. Provokasyon ile protestoları yağma hareketlerine çevirmek çok kolay olduğundan bunun kullanıldığını görmek kimseyi şaşırtmaz.
İşin garip yanı genetik olarak insanların birbirine çok yakın oldukları gerçeğinin ortada durmasıdır. İnsanın deri rengi kahverenginin tonlarıdır. Bir tek insan ırkı vardır. Ufak farkları büyüterek Irkçılık yapmak ise bilinçli bir tercihtir. Bunda Kapitalizmin etkisini yadsımak mümkün değildir. Diğer ideolojilerde de durum farklı sonuçlar vermemiştir aslında. İş gelip, dediklerini güçle kabul ettirmeye dayandığında, Kominizim de oldukça kötü bir sınav vermiştir. "İzm"ler insan düşünceleridir. İnsan düşüncesi kaynaklı sistemlerin dürtülerden etkilenmemesi mümkün değildir.
Ahlak konusunda fazlaca düşünmüş olan Immanuel Kant "evrensel bir ödev ahlakı var" noktasına ulaşmıştır. Buna göre, insan izleyen kimse olmasa da doğru davranmalıdır. Örneğin, biri cüzdanını yere düşürdü mü, ödev ahlakı gereğince onu kimse alıp, cebine koymamalıdır. Cüzdanı düşüren farkına varıp, geçtiği yolları takip ettiğinde cüzdanını bulabilmelidir. Olmayacak bir şey değil, ama oldukça zor, değil mi? Kant insanların özde iyi oldukları kabullenip, yola çıkmıştır. Oysa iyi insanlar olduğu gibi kötü insanlar da vardır. Hatta kimse saf iyi ya da saf kötü değildir. İçinde yaşadığı aile, toplum ve genetik geçmişi büyük oranda kişideki iyi-kötü karışımını şekillendirir. Büyüklerinden ve çevresinden, kendini bildiğinden beri ırkçı davranışlar görüp, öğrenen biri erişkin olduğunda, ırkçı eğilimlere sahip olabilir. Yine de yakın çevresinde örnek bir ebeveyn olarak nitelenebilir. Aynen Kant'ın bahsettiği savaşta insan öldürmeyi kahramanlık olarak gören toplumsal ahlak, Irkçılığı da normal bir davranış kalıbı olarak benimseyebilir. Eğer siz de özgür irade yoktur diye düşünüyorsanız, bireyin ırkçı bir toplumda, diğeri olarak gördüğü kimselere saldırgan davranışlar göstermesini beklersiniz. Oysa, kimi zaman öyle olmayanların da bulunmasını beklemek gerekir. Aksi taktirde, insan ırkının daha insancıl bir geleceğe gitmeyeceği kötümserliği akılları ele geçirecektir.
İyi ya da kötü, Kapitalizm ekonomik olarak başarılı olduğu sürece, dürtüsel olsun ya da olmasın sürecektir. Ancak herkes için dayanılmaz bir hal aldığı zaman, ihtiyaçlar yönünde değişebilir ya da yerini başka bir sisteme bırakabilir. Sadece bir kaç insan öyle istiyor diye değil.
Kitapçılar öyle tek ya da iki sıra değil, dizi dizi kitaplıkları ya da koca bir bölümünü Kişisel Gelişim kitaplarına ayırıyorlar. Bu şüphesiz boşuna değil. Konuya çok ilgi gösteren var. Kişisel Gelişim edebiyatı diye bir şey ortaya çıkabilir mi bilmem ama klasik edebiyat şaheserlerinin hiç biri bu kadar ilgi görmezken kişisel gelişim kitapları çok satılıyor. Sanki insanlık tarihi boyunca kişisel gelişim es geçilmiş gibi. Yoksa günümüze kadar gelmiş geçmiş milyarlarca insan boş gelip boş mu gittiler? Zira kişisel gelişim kitapları daha yeni yeni popüler oluyor. Sokrat bir kitap bile yazmadan günümüze ulaşabilmişken geçmişin öğretilerinin orasından burasından tırtıklayıp kişisel gelişim ve evrenin sırrı burada (kombo!) kitapları raflarda! Bu durum, size de biraz garip gelmiyor mu? Ferrari aracınızı fotoğraflayıp, bir online satış sitesine yükleyin, yazıya başlayalım.
Kişisel gelişim hakkında zaman zaman yazıyorum. Yazdıklarım genellikle kendi bakış açımdan, birikimlerimin ışığı altında dünyayı yorumlamaktan ibaret. Aslında herkesin yaşadıklarından edindiği deneyimler ve hayat boyu öğrendikleri ile bir kendi yorumu vardır. Ancak herkes bunları yazmıyor. Sokrat bile yazmamış. Onu Platon'un yazdıklarından biliyoruz. Platon da yazmamış olsaydı, Sokrat diye bir filozofun düşüncelerinden haberimiz olmayacaktı. Yazan oldu mu, okuyucusunun da olduğu bir gerçek. Yazı yazmak, okuyan oldukça hayatta kalmaktır. Başkalarının düşüncelerini önemsiyoruz. Bu durum insanın topluluk halinde düşünme eğiliminden kaynaklanıyor. İnsanın hayat hakkında kendine ait bir bakış açısı olsa bile, başkalarının görüşlerine başvurmak karar sürecini hızlandırıyor olmalı. Buradan çıkarak "Evrimin hediyesi, kişisel gelişim kitaplarıdır" deseniz, Charles Darwin bile kahkahalarla gülerdi.
Yine de diğer edebi birikimde olduğu gibi kişisel gelişim kitapları düşünüldüğünde, insanın okuduklarını değerlendirirken sağlam bir akıl süzgecine ihtiyacı var. Zira konuya yoğun ilgi olunca, bu konuda çok kitap bulunuyor. Bu kadar okunacak öteberi varken, "Psikoloji eğitimi veren üniversitelerde neden kişisel gelişim bölümleri bulunmuyor?" diye düşünmeden edemiyorum. Sosyal Medya bir iş alanı haline gelmişken, bunu Kişisel Gelişim alanında görememek garip. Gerçi lise ve üniversite giriş sınavlarına hazırlayan ve adına "dershane" denirse, mevcut yönetimin tercihleri nedeniyle var olması mümkün olmayan yerlerin Kişisel Gelişim Merkezi olarak tabelalar taşıması sayılabilir ama içlerinden üniversitelerin Kişisel Gelişim bölümlerinden mezun olanlar değil, öğretmen yetiştiren bölümlerinden değerli insanlar çalışıyor. İçinizden "Spiritüalizm kişisel gelişim oluyorsa, bu hadi hadi olur" diyenleri duyar gibiyim :)
Hintli bilge (!), tarikat büyüğü Osho bile bu konuda dilimize çevrilmiş pek çok kitap yayınlamış. Toplamda 600'den fazla kitabı varmış (bir insan o kadar çok kitap yazabilir mi?). Osho'nun ABD'den atılması ile sonlanmış tarikat macerası, müritleri ile girdiği cinsel ilişkiler falan internette kısa bir arama ile kolayca bulabileceğiniz belgesellerde, makalelerde anlatıldı. Okumanızı ve izlemenizi öneririm. En azından bir arkadaşınız Instagram ya da Facebook'tan en sıkı düşünürlere taş çıkartacak etkide özlü bir sözünü paylaşırsa aklınıza gelsin. "Ne yazmış bu adam?" diye merak ederseniz şu linkten dilimize çevrilmiş bazı kitaplarına bulabilirsiniz. Bizde de böyle birileri kolayca bulunabilir. İçlerinde pek çok konuda kitaplar yazmış olanlar da var. Aslında kendi kafalarında yarattıkları tanrı, insan, hayat projeksiyonuna göre bir yaklaşımı aktarmaya çalışmışlar. Bu guru, şeyh ya da dervişler kendilerine başvurarak nasıl yaşamaları gerektiğini soran kişilere bir cevap veriyorlar. Aslında gerçekte bu cevaba sahip olup, olmadıkları hakkında içlerinden kimilerinin de bir fikri yok. Ancak, her sorunun cevabını biliyormuş gibi kolayca ahkam kesmekten de kendilerini alamıyorlar. Dinleyen ve okuyan olunca, bu işin şehvetine kapılıyor olmalılar. Osho, yalın şekilde dile getirilse, karşı çıkacağımız kavramları o kadar güzel süsleyip paketliyor ki, okuduktan sonra sevgi kelebeğine dönüşüp, çiçekten çiçeğe konmak geliyor içinizden. Amerika deneyiminde seks kölesi haline getirdiği, paralarını ellerinden aldığı müritlerini duymadıysanız, kitapları harika öneriler ve tanımlamalarla hayata bakış açınızı değiştirebilir. Garip ama onun kitaplarını da kişisel gelişim raflarında bulabilirsiniz. Şimdi içinizden "Ne yani felsefe bölümünde mi olacaktı?" diye soranları duyar gibiyim (ya da sadece kafamdan uyduruyorum). :)
Kişisel Gelişim alanı harika. Eğitiminiz, birikiminiz ne olursa olsun, bu konuda yazmanız için hiç bir engel yok. Bir birikiminiz olmasa da, "pozitif düşünün, stresten uzak durun, düzgün beslenin, spor yapın" gibi önerileri bir araya getirebiliyor ve araya yaşadıklarınızdan serpiştirip, 200 sayfa kadar bunları yazabiliyorsanız, anlatım gücünüze göre, iyi bir kişisel gelişim yazarı olabilirsiniz. Hatta eğer Tıp doktoru olup, ilgisiz bir alanda uzmanlığınız varsa, beslenme ve kişisel gelişim üzerine yazdıklarınız kolayca geniş kitleler tarafından günlük gazetelerde ilgi görebilir. "İnternet varken, kim gazete okur?" diye şaşırmayın. Amiral gemisi diye nitelenen kimi gazetelerin hala 30-40 bin tirajları var).
Dünya yüzeyine yayılmış inanç sistemleri, ezoterik öğretilerin yaklaşımları, kimi majik uygulamalar ve felsefi akımların yerine göre kullanılıp, bir kitap harcı oluşturulursa başarılı bir satış rakamına ulaşılabilir. Secret böyle bir kitap. Tam olarak kişisel gelişim kitabı sayılmaz ama pozitif düşünceye çok önem veren biri haline gelmenize yardım edebilir. Özetle, "Evrenden isteyin versin", "kimse için kötü düşünmeyin" gibi önerileri var. Pratikte sadece isteyerek trafik lambalarını kırmızıdan yeşile çevirerek işe başlayın gibi "MythBusters" için güzel bir bölüm konusu olabilecek örnekleri de var (ne yazık ki dizi 14 sezondan sonra iptal edildi). Bir kavşakta "Diğer yönde benzer bir şeyi aynı anda deneyen birisi daha varsa ne olacak?" gibi bir bilimsel sorgulama keyifli olabilir.
Kişisel gelişim satıyor. Konuyu daha fazla uzatmaya gerek yok. Herkes kişisel gelişim konusunda başkaları ne biliyor diye merak ediyor. Ancak bu bilgileri akıl süzgecinden geçirmek konusunda ciddi problemler var. Zira insanlar her konuyu biliyor gibi görünseler de bildiğimiz fazla bir şey yok. O kadar çok bilgi var ki bir kişinin bunların tamamını bilmesine imkan yok. Bir uzay yolculuğu projesinde binlerce kişi çalışıyor. Bunlardan en bilgili mühendisi alıp, bir uzay aracını tek başına yapmasını isteseniz, bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Aynısı, elinizde hiç bir malzemesi olmadan üretmek söz konusu olduğunda bisiklet için de geçerli. İnsanlık birlikte bir uygarlık oluşturmuş durumda. Herkes işin bir ucunu tuttuğundan bir bütün halinde bilgiyi kullanabiliyoruz. Dev bir beyinin küçük parçaları gibiyiz. Bir kişinin kişisel gelişim, hayat, inanç gibi konularda her şeyi bilmesi de mümkün değil. Ama bunu yapabildiğini düşündüğümüz biri olduğunda kolayca illüzyona kapılabiliyoruz. İşte tehlike burada!
İşin özü, hayat uzun ve zorlu bir yolculuk. Daha iyi biri olmak için kendinizi son anınıza kadar eğitip düzeltebilirsiniz. Ayrıca hayat zorlukları, onları aştıkça güçlenmeye yarayan faydalı deneyimlerdir. Eşinizle, dostunuzla sorunlarınız olabilir. Bunları aşmak için kişisel gelişim kitapları okuyabilirsiniz ama bunun yanında konuşmak, birbirini dinlemek müthiş etkili olabilir. Üstesinden gelemediğiniz durumlar için de profesyonel yardım almak da iyi bir seçenektir. Dünyada bunalıma veya çıkmaza giren ilk insan siz değilsiniz. Tabi yine de kitap okumak iyidir, farklı bakış açıları ister istemez size bir şeyler katar. Ancak tek kitap ile de yetinmeyin! Başka kitaplar da okuyun. Ne kadar okursanız o kadar farklı görüş ile tanışırsınız. Yeter ki, her okuduğunuzu içselleştirirken, akıl süzgecinizden geçirin.
1- İnsanlar uzun yazılar okumak yerine maddeler halinde hap listeleri daha çok okuyorlar.
Bu nedenle, uzun bir yazı yazmak yerine, maddelere ayırıp, yazıyı sunmak, bir yazıyı daha çok okutuyor.
2- Özellikle, kişisel gelişime yönelik motivasyon (dolduruş) yazıları söz konusu olduğunda, maddelere ayırmak çok okunur olması için altın formül gibidir. İnsanlar bir liste okuyarak, kişisel gelişimlerine muhteşem bir katkı yapabileceklerini varsayıyorlar.
Bir yazı ya da bir kitap okuyarak gelişmeye çalışmak iyimser bir yaklaşımdır. Başlangıç için bu durum umut vericidir. İnsan, ancak geliştikçe, ne kadar az şey bildiğinin farkına varabilir. Bu nedenle her gün yeni bir şeyler öğrenmek için çaba gösterilebilir.
3- Genellikle 10 madde ile yola çıkmak iyidir. Bir yazı yazmaya başladığınızda, bu yazıyı maddelere ayırıp, toplamda kaç madde oluşturabileceğinizi bilemezsiniz. Ancak her konuda olduğu gibi bir hedef koymak iyidir. Siz, on ile başlayın, sonunda sekiz olur, on iki olur, en kötüsü başlığındaki sayıyı değiştirirsiniz.
4- Maddeler halinde yazılan yazılar çok akılda kalıcı olacaklar diye farz edebilirsiniz. Bir yerlerde okumuştum, insan okuduklarının en çok %20'sini hatırlayabilir. Belki de %10'uydu. Hatırlayamıyorum. 😊 Ancak yüzdeler ile yazmak veya konuşmak, sizi dinleyen ya da okuyanlara çok bilimsel gerçekliklerden bahsediyormuş gibi bir his verir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken, bir bütünün parçalarını yüzdeler halinde ifade ederken, toplamda yüzde yüzü geçmemek gerektiğidir. Genelde insanlar o anda pek hesap etmeseler de içlerinden biri çıkıp, ifadenizin toplam yüzdesinin tutarsız olduğunu yüzünüze vurabilir.
5- Kendinizi geliştirmek için pek çok şey yapabilirsiniz. Ancak öncelikle ne konuda yeteneğinizin olduğunu bilmeniz gerekir. Bir müzik aleti çalmak konusunda yeteneğiniz olabilir. Ancak bunu bilebilmek için öncelikle bir müzik aleti denemeniz gerekir. Alışveriş merkezlerinde genelikle teknoloji ya da oyuncak reyonlarında, eğer şansınız varsa çalışan bir elektrikli org bulabilirsiniz. Böyle yerler, genellikle kakofoni üstatlarının yeteneklerini sergilediği umuma açık sahnelerdir. Siz de yeteneğinizi bu şekilde deneyebilirsiniz. Aslına bakarsanız, çok genç yaşlarda başlanılmadığı taktirde bir müzik enstrümanını iyi şekilde çalmak pek mümkün değildir. Yine de belli, olmaz tabi.
6- Müzik konusunda yeteneğiniz yoksa, üzülmeyin. Başka şeyler de deneyebilirsiniz. Mesela, yabancı dil öğrenmek kafanızı fazlasıyla çalıştırabilir. Yine nerede olduğunu hatırlamamakla birlikte, bir yerde okuduğuma göre, her yeni dil öğrenildiğinde beynimizin daha önce boş boş duran bir bölgesinde canlılık oluyormuş. 90'lı yaşlarında bir tanıdığım var. En son 4. dilini öğrenmişti. Geçenlerde bana, artık o dildeki gazeteleri rahatça okuyabildiğini söyledi. Sadece iç geçirdim. Dil konusunda yetenekli sayılmam. Okullarda öğretilen hali ile 8 sene kadar eğitim alıp, sadece, "Adınız ne?", "Nasılsınız? Ben iyiyim. Siz nasılsınız? (How are you? Fine thanks and you?)" şeklinde cümleler kurabiliyordum. Kablo TV ülkemize ilk geldiği 80'li yıllarda SKY diye bir yabancı televizyon kanalı, Star Trek Next Generation (Uzay Yolu Sonraki Nesil) dizi filmlerini oynatıyordu. Eski bir Uzay Yolu hayranı olduğumdan, kısa sürede yayınlandığı zamanlarda dizi filmin başından ayrılamaz hale geldim. Ufak bir sorun vardı. Dizi İngilizce yayınlanıyordu. Yine de görselliğin de yardımı ile zamanla daha da iyileşen bir İngilizce anlama artışı yaşadım. Neyse ki, dizi yeterince uzundu da sonlara doğru çok daha iyi İngilizce anlar hale gelebildim. O dönemde telsiz merakım da gelişiyordu. 80'li yılların iletişim harikası 27 Mhz halk bandı telsizden zaman zaman yurt dışından kişilerle konuşma imkanım oldu. Genellikle İtalyanlar ile kafa göz yararak yarı İngilizce, yarı İtalyanca konuşmalar yapmak, konuşmamı da ilerletti. Üzerine Amatör Telsiz lisansı alıp da, o işin meraklıları ile de görüşmeler yapmaya başlayınca konuşmam daha da ilerledi. Star Trek etkisi ile aksanım da Amerikan aksanına yakın olduğundan, sonradan gittiğim dil kurslarında yabancı uyruklu dil hocalarını da şaşırttım. Sonuç itibarıyla, uzun bir süreçten sonra yeteneksiz de olsam ikinci bir dil öğrendim.
Yeni bir dil öğrenme konusunda akla zarar öneriler de duydum. Bunlardan en değişiği "Dil dile değmeli ki öğrenesin Arapçayı" şeklindeydi. Arapça konuşulan bir memlekette bir yıldan fazla kalmama rağmen, bir iki kelime dışında bir şey öğrenemedim.
7- Kişisel gelişim için bir yöntem ararken, "Kişisel Gelişim Kursu" denilen yerlere gitmek fikri mantıklı gelebilir. Benden duymamış olun ama o yerler, eskiden dershane olarak bildiğiniz adları ve nitelikleri zırt pırt değişen orta ve lise öğrencilerini lise ve üniversite giriş sınavlarına hazırlayan yerler.
8- Kitap okuyun. Ufkunuz açılır. Biliyorum, şimdi "Aman, kim tonla yazı okuyacak? Sekizinci maddeye geldim, bu kadarcık yazı bile sıktı." diye geçiriyorsunuz içinizden. Ne yazık ki kitap okumak insanlık mirasının önemli bir parçasından haberdar olabilmek için yapılabilecek en kestirme yol. Bir kitapçıya girin ve hoşunuza giden bir şeyleri alın okuyun. Hafif bir şeylerden başlayabilirsiniz. Resimli roman gibi. Hatta kişisel gelişim kitapları bile okuyabilirsiniz. En az her yıl iş yerinize gelerek "eğitim" adı altında size çeşitli oyunlar oynatıp, motive edici sözler söyleyen mentorlar kadar işe yaramaz öneriler getirseler de, okumadan bunu bilemezsiniz.
9- Bir bilgiyi parçalarına ayırıp, bir sistematiğe sokmak onu daha kolay anlaşılır kılar. Böylece gerçek hayatta ne işinize yarayacağını bilmediğiniz pek çok bilgi size belletilmiş olur. Doğal olarak bunları ne kadar iyi bellediğiniz size sınavlarda sorulduğunda, aynı şekilde maddeler halinde yazıp, konuyu ne kadar iyi öğrenmiş olduğunuzu gösterip, notunuzu alırsınız. Kısa bir süre içerisinde bu bilgilerin neredeyse tamamına yakınını unutursunuz ama olsun. Eğitim sistemi ancak bu şekilde ölçme ve değerlendirme yapabildiğinden, tonla bilgi beyninize adeta akıtılır. Bir işe girdiğinizde ise aldığınız bu eğitim formasyonu, neredeyse tamamıyla yeniden siz işi iyi ve olması gerektiği şekilde yapmayı öğrenene kadar size kazandırılır. Modern zamanlarda her yeni işinizde yeniden bir öğrenim sürecinden geçmek için her beş yılda bir yeni bir mesleği öğrenmeniz gerekeceğinden bol bol gelişeceksiniz. Bunu ne kadar iyi yaparsanız, o kadar başarılı olursunuz.
10- "Stresten uzak durun!" Yazması kolay ama insanın yapısı strese meyillidir. Modern yaşam ve insan ilişkileri üzerinize gelirken, stresten uzak durmak o kadar da kolay değildir. Bu konuda öncelikle kendinizi tanımak gereklidir. Nelerin size sıkıntı verdiği ve nedenleri üzerine profesyonel yardım almak ve ikinci bir bakış açısı kimi zaman dertlerinizi aşmak için bir yöntem olabilir. En güzeli, kafanızı sıkıntı veren meselelere takmamak için dikkatinizi zaman zaman başka bir konuya vermek olabilir. Eve geldiğinizde uğraşacağınız bir hobi. Kitaplar, belgesel filmler işe yarayabilir.
İşte, böylece bir on maddenin daha sonuna gelmiş olduk. Sağlıcakla ve mutlu kalın.
----------------------
Okumak zor gelir diyenler aşağıdaki videodan dinleyebilir.
-------------------------------------------------------------------- Okumak İçin Güzel Bir Gün!
Mutluluk Saçan Işık: Çoğu Bilim Kurgu, Bazıları Sadece Kurgu Hikâyeler isimli kitabımı okumaya ne dersiniz?
Ben yazdım diye söylemiyorum çok sürükleyici ve elinizden bırakamayacağınız bir öykü kitabı.
Sadece Google Kitaplar'da satılıyor.
İnsanın beyni harikadır. Sadece kendini ve çevresini anlamakla kalmaz. Var olmayan nesneleri, düş ürünü canlıları, yerleri, paralel evrenleri soyut olarak düşünebilir. Dahası soyut kavramları kkendi içinde taklit edebilir (simülasyon). Bunları diğer insanlara aktarabilir. Düşlemek eylemi yaratıcılığın ve yeni teknolojilerin öncülü olmuştur.
Albert Einstein "Yaratıcılık bulaşıcıdır." demiştir. Sadece teorik fizikçi değil, aynı zamanda bir düşünür olduğunu gösteren pek çok düşüncesi günümüze gelmiştir. Bu söz insanların birbirinden daha ilginç fikirler ve ürünler üretebildiğinin göstergelerinden biridir. En basitinden insan, "Başkaları yapabiliyorsa ben neden yapmayayım?" diye sorarak yaratıcı bir akıl durumuna geçebilir. Değişmez yazgıcı, verilenle yetinen, sorgulamayan zihinlerin ise bu zincirleri kırabilecek bir devinime ihtiyaçları var.
Karen Armstrong, Tanrı'nın Tarihi isimli kitabında Yahudilik, Hristiyanlık ve bunlar kadar olmasa da Müslümanlığın kişiselleştirilmiş bir Tanrı düşüncesini geliştirdiklerini söyler ve ekler "... kişilik sahibi bir Tanrı tehlikeli olabilir. Bizi sınırlarımızın dışına çekmek yerine memnuniyetle onlar içinde kalmaya teşvik edebilir, bizi acımasız, katı, kendinden memnun ve "O"nun sanıldığı gibi tarafgir yapabilir". İşte, insanın içinde bulunduğu daireden çıkıp, şeytanla yüzleşmesi gereken yer burasıdır. Ancak bu şekilde, yeni düşünceler, hayaller ve güzel, yeni bir gelecek yaratabilir. Gelişmenin ve yenilikçi düşüncenin ve hayal gücünün önüne hiç bir engel konulmamalıdır.
Interstellar Filmi Kara Delik Sahnesi
Yaratıcılığın güzel yanı; o an için yapılamayacak şeyleri de düşünebilmenin mümkün olmasıdır. Ulaşması, ışık yılları ile ifade edilebilecek mesafelerdeki yıldız sistemlerine gitmek şimdilik mümkün olmayabilir. Ancak bunu yapabildiğimizi düşlemek hiç de imkânsız değildir. "Aman nasılsa gitmek mümkün değil!" diye ucunu bırakmak az da olsa yapılması olası olan bir teknolojiye hiç başlamadan veda etmektir. Hem uygarlık üst üste konulan tuğlaların büyük bir duvarı oluşturması ile buluşların bir biri ardına eklenmesi ile oluşan bir bilgi birikimidir.
Boş verip, üretmeyi ve geliştirmeyi "durdurmak" ile ilgili en güzel örnekleri kendi yakın tarihimizde görebiliriz.
Devrim arabası, Kapattığımız uçak fabrikamız, Aselsan tarafından üretimi durdurulan cep telefonumuz aklıma gelebilen en yakın örnekler. Eğer uçak üretebiliyorsanız bunu geliştirebilirsiniz. Günden güne daha iyisini yapabilirsiniz. Belki ilk üretiminiz düşündüğünüzün çok gerisindedir ama üreticisinizdir. Zamanla rekabet edip, ürünü geliştirip diğer tüketicilere de satarak, araştırma ve geliştirme için ihtiyacınız olan kaynakları da sağlayabilirsiniz. Bunu boş verip, “aman nasıl olsa daha iyisini daha ucuza mal eden var. Onlardan alalım” dediğiniz anda üreticilikten çıkıp, tüketiciye döndüğünüz gibi. Teknoloji mallarını bir kenara bırakın, soğanı bile üretmekten vazgeçince başımıza gelenleri gördük. Raflarda elinizi bile sürmekten çekindiğiniz küflü soğanları satın almaya zorlandığımız 2019 kışını unutmamak lazım.
Bilimsel düşünce araştırmaya ve sorgulamaya dayanır. Hiç bir gerçek kavram yalanlanmaz değildir. Bugün gerçekler olarak önümüzde hazır bulunan ve kabullendiklerimiz bile henüz fark etmediğimiz bazı farklı özellikler taşıyor olabilirler. Bunu fark etmenin yolu araştırmaktan geçer. On ikibin yıl öncesi ile günümüz arasında Dünyanın bize sağladıkları hammaddeler arasında bir fark yoktur. Eğer araştırma ve sorgulama yapmasaydık hala boş vakitlerimizi granit bloklarına şekil vererek geçiriyor olabilirdik. Oysa henüz 100 yıl önceki atalarımızın çok küçük bir kısmının ancak hayal edebilecekleri bir yaşantımız var. En basitinden bu yazıyı ekranda okuyor olmamız bile bunun kanıtı.
Kanıt demişken, bilimsel düşünce bir olguyu ileri sürdüğünüzde bunun kanıtlanabilir olmasını sorgular. Deneyler yinelendiğinde aynı sonuçların alınması gerekir. Üstelik olmuyorsa "yoktur!" diye kestirip atmaz. Konuya bilinmeyen, araştırılan bir konu olarak yaklaşır. Örneğin karşıtlar tarafından durmadan eleştirilen Evrim Kuramı içerisinde eksik ve boşluklar barındırabilir. Ancak bağlantıları fosil kanıtlar ile belgelenmemiş eksik parçalar için araştırmaya devam eder. Bilimsel düşünce insan dimağının çok kısa süren (50-90 yıl kadar) canlılık süresinin bilinen bütün bir evrenin bilgisini kavramakta zorlandığından da haberdardır. Yine de araştırıp geliştirmekten vazgeçmez. Zira bugünkü bilginin binlerce yıllık insanlık tarihinde zorluklarla elde edildiğini ve birikim olduğunu bilir.,
Bilimsel düşünce daha iyi, daha mutlu ve gelişmiş bir Dünya ve insan istiyorsak önemlidir. Aklınıza bir dogmalara boğulmuş mutsuz, huzursuz toplumları getirin. Bir de gelişmiş, mutlu ve huzurlu olanları. Hangisinde yaşamak istersiniz? Bu sorunuzun cevabı, neden bilimsel düşüncenin önemli olduğunun da cevabıdır.
Esen kalın.
----------------------
Okumak İçin Güzel Bir Gün!
Mutluluk Saçan Işık: Çoğu Bilim Kurgu, Bazıları Sadece Kurgu Hikâyeler isimli kitabımı okumaya ne dersiniz?
Ben yazdım diye söylemiyorum çok sürükleyici ve elinizden bırakamayacağınız bir öykü kitabı.
Sadece Google Kitaplar'da satılıyor. Okumak için tıklayın!