Küçük Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küçük Hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2018 Cumartesi

Kendinin Farkında Olan Bir Enerji Türü: İnsan

Aydın, yeni senfonisinin son rötuşlarını yaptı. Yazılım üzerinden orkestra düzenlemesini de bitirdi. Sütlü kahvesinden höpürdeterek, koca bir yudum aldı. Kısa bir hazırlıktan sonra, bisikletine atlayıp, yola çıkmıştı bile. Sabahın beşinde, güneşin ilk ışıklarıyla üniversitenin kapısından geçti. Astrofizikçinin erkenden işe gelmesine alışık olan güvenlik görevlisi kadın, gülümseyerek selam verdi. Kadın, "yıldızlar arası yolculuk yapmak için daha kaç kuşak daha beklememiz lazım Aydın hocam?" dedi gülerek. "Günaydın Leyla" diyerek geniş bir gülümsemeyle cevap verdi genç adam. Çok hızlı gelişme kaydediyoruz ama mesafeler o kadar uzak ki, bu yaz tatili için en iyisi Akdeniz kıyılarını düşünmek diye ekledi. Otomatik biyometrik tanıma sistemi 19 yaşındaki adamın geçiş onayını verdikten sonra, fizik bölümüne doğru pedal çevirmeye başladı Aydın.

19 yaşında sabaha karşı senfonisinin son rötuşlarını yapan bir astrofizikçi üniversite hocası kulağa garip gelebilir. Ancak, son yüz yıl içerisinde yaşanan gariplikleri göz önüne getirince, bu önemsiz bile sayılabilir. 2030 yılının üçüncü çeyreği gibi dünya manyetik kutuplarının değişimi hızlandı. Olaylar sırasında yaşanan güneş patlamasının etkisiyle insanlardan bazılarında ortaya çıkan bir mutasyon oldu. Mutasyon, son derece ilginç bir sonuç verdi. Yeni doğanlardan bazıları ebeveynlerinin tüm yetenek ve bilgisiyle dünyaya gelmeye başladılar. Yeni doğan çocuklar, henüz iki, iki buçuk yaşındayken okuyup yazabiliyor, bir kaç farklı yabancı dili konuşabiliyor, sanat, bilim gibi konularda ana babalarının birikimi ile dünyaya geliyorlardı. Başta otistik sanıldılar. Ancak, daha sonra ortaya çıkan bu değişimin nedeni anlaşıldı. Olanların nedeninin, manyetik kutup değişikliği sırasında, dünyanın manyetik kalkanının onda bire kadar düşen zayıf bir anında yaşanan güneş patlaması olabileceği sonucuna varıldı.

Ortaya çıkan bu yeni dehalar, toplumda ilk başlarda bir miktar korku da yarattı. Zira, bu süper insanların mevcut insan topluluğu için bir tehlike olabileceğini düşünenler oldu. Ancak, bu yetenekli insanların tehditten çok, yeni ufuklar açma konusunda insanlığa yardımcı olabilecekleri bir kaç on yıl içerisinde anlaşıldı. Zaten, normal insanlar gibi temel okul eğitimine ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yeni bireyler, mevcut bilgilerinin üzerine edindikleri yeni bilgiler ile diğer insanlardan bilgice çok daha iyi bir yere hızlıca gelebiliyor, bilim ve sosyal alanlarda çok başarılı oluyorlardı. Üstelik tüm bu yetenek ve kapasitelerine rağmen, toplumda kabul gördüler. Başta bu insanların sayısı tüm dünyada bir kaç yüz bin kişiydi. Bir kaç nesil sonra, sayıca daha da büyük bir çoğunluğa ulaştılar. İşin iyi yanı, tüm öğrenilen yeteneklerin nesilden, nesile aktarılması ile bir bireyin yetenek ve yetkinliklerinin katlanarak çoğalmasıydı. İnsanlık birikiminin büyük bölümünü doğuştan yanında getiren deha bebekler!

Bu durum ister istemez, teknolojik ilerlemeyi körükledi. Sosyal yaşantı da aynı şekilde durumdan etkilendi. Mutasyon baskındı. Yani normal bireyler ile eşleşme halinde, yeni doğanların tümü bu hediye ile dünyaya geliyordu. Böylece insanlık giderek daha bilgili ve yetenekli olmanın yanında, daha da zeki olmaya başladı. En ilginç gelişme, politikacılarda oldu şüphesiz. Giderek daha zeki olan halklar, kendileri gibi yetenekli ve karar mekanizmasında hakkıyla görev yapabilecek yetenekteki politikacıları seçmeye başladılar. Para inancı ve paranın sağladığı güce tapma ihtiyacı da, zamanla ortadan kalktı. Ülkeler birbirlerine olan düşmanlığı ve rekabeti bırakıp, insanlık ülküsü için birlikte hareket etmeye başladılar. Zamanla, devletlerin sınırları haritalarda kalan bir anı haline geldi. Bir kaç yüzyıl içerisinde Dünya, eskisinden çok daha yaşanabilir bir yer haline gelmişti. Anılar, yetenekler gibi ana babalardan geçmiyordu. Ancak, zekadaki yükseliş, geçmişteki hataların tekrar edilmemesi için yeterli oldu. İnsanlık, artık dünyayı kendine cehennem etmiyor, doğayı katletmiyordu, dahası diğer türlerin yok olmasına da neden olmuyordu. Ekonomik üstünlük için birbirini yemeyi bırakan toplumlar bir arada refah ve barış içerisinde yaşamayı sonunda başarmıştı.

Tüm bu değişikliklere sebep olan kozmik rastlantı ve trilyonda bir gerçekleşebilecek bir başarılı mutasyon, Dünyayı değiştirmeye ve daha da yaşanabilir bir yer olmasına yetti. Dahası güneş sistemi yolculukları da mümkün oldu.

19 milyar yıl kadar önce enerjinin maddeye dönüşü ile başlayan yolculuk, bir anda kendinin farkına varan ve aslında ne olduğunu anlayabilen bir memelinin, homo sapiens, yani kamil insanın yükselişi ile taçlanmıştı. Enerji, bir şekilde bilinç kazanmıştı. Şans eseri de olsa, enerji sonunda bu bilgisini nesiller boyu kolayca yeni bireylere hızlıca aktarmanın bir yolunu bulmuştu.

Birikimler ölmez, hep yaşar.

27 Ocak 2018 Cumartesi

Dilaver İle Aziz'in Hayat Yolculuğu

Dilaver ve Aziz aynı iş yerinde çalışan iki arkadaştı. Büyük bir holdingin boya dağıtım şirketinin yöneticileri idiler. Görev icabı Niğde'ye gitmeleri gerektiğini öğrendikten bir gün sonra birlikte yola çıktılar. Onlara yolda ilkbaharın etkisinde uyanmakta olan doğanın güzellikleri eşlik etmekteydi. Son derece keyifli bir yolculuktu. Etrafa izleyerek yapılan, gündüz yolculuğu gibisi yoktu.

Aziz, Dilaver'in yöneticisiydi. Karizmatik bir yönetici olan Aziz çevresinde belirgin vücut dili ve kendinden emin tavırları ile saygı uyandırırdı. Dilaver de durumun bilincinde Aziz'e sevgi ve saygı duyardı. Aziz'e minnettar olmasında, iş yerinde Aziz'in ona iyi davranması ve yükselmesi için yüreklendirmesinin ve destek vermesinin etkisi büyüktü. Aralarında 27 yıl yaş farkı vardı. Yaş farkının ve aralarındaki yakınlığın da etkisiyle Dilaver, patrondan çok, bir baba gibi görürdü Aziz'i. Aziz evliydi ve bir kız çocuğu vardı. Eşi büyük bir şirkette finans müdürüydü ve alımlı bir kadındı. Mutlu bir aileydiler.

Dilaver evli, 3 çocuklu bir adamdı. 30'lu yaşlarında olmasına rağmen işinde geldiği noktadan memnundu. Eşini ve 3 oğlunu seviyordu. Çok isteseler de bir kızları olmamıştı. Oğlanlar da, evde ortalığın altına üstüne getirmelerine rağmen pek tatlıydılar. Sokaktan sahiplendikleri Maltese, Terrier kırması dişi köpek Dobiş, bir nebze olsun kız evlat hasretini gideriyordu. Küçük oğlu Tamer vermişti o garip ismi köpeğe. Ama "Dobiş!" deyince gözlerinin parlaması köpeğin de durumdan memnun olduğunu gösteriyordu.

Dilaver'in kendince bir dürüstlük anlayışı vardı. Özünde, yalan söylemenin kötü olduğunu düşünürdü. Bir de yalan söyleyen insanların çok iyi hafızaya sahip olmaları gerektiğini. Dolayısıyla kötü bir yalancı olmak yerine, sözü doğru, olabildiğince güvenilir biri olmayı tercih ediyordu.

Dürüst insanların işi aslında zordur. Siz ne kadar dürüst olsanız da çevrenizdekiler öyle olmadığında sizi de kendileri gibi varsayarlar. Böyle bir ortam, denizde yüzmeye çalışırken denizin dibinde hava solumaya çalışmak gibidir. İçinizdeki hava yettiğince dipte kalırsınız, sonra boğulmak ile suyun yüzeyine çıkmak arasında bir tercih yapmanız gerekecektir.

Dilaver, zeki biriydi. Toplumdaki bireyler ile karşılaştırıldığında normalin üzerinde bir zekaya sahipti. Ancak ancak yeterince akıllı mıydı? Zeka doğuştan gelir. Akıl ise hayat boyunca deneyim ve birikimlerle elde edilen, kişinin ömrü boyunca kazandığı bir olgudur. Aziz, hem zekası, hem aklı ile Dilaver'in çok daha ilerisindeydi. Hayat tecrübesinin bunda büyük etkisi vardı. Daha önce çalıştığı iş yerlerinde en sevdiği arkadaşlarından yediği kazıklar onu güçlü ama çevresindekilere mesafeli davranmaya yöneltmişti. "Kazık yiyeceksem, artık dostumdan olmasın bari" diye düşünürdü.

Bilgelik zeka, akıl ve ahlakın bileşkesidir. Evrensel ahlak, zarar vermeme üzerine inşa edilmiştir. Örneğin doğanın dengesine bilerek ve isteyerek zarar vermemek. Bir başkasını bilerek ve isteyerek kırmamak gibi.

Yine biz dönelim araç yolculuğuna: İstanbul'dan başlayıp Niğde'de son bulacak yolculuğun mesafesi uzundu. İster istemez laf lafı açıyordu. Dilaver futboldan pek haz etmediği için daha çok güncel siyaset ve olaylar üzerinden konuşuyorlardı. Ancak Dilaver'in felsefe sevgisi dönüp dolaşıp sözü düşünsel konulara getirdi. Varlığımızın nedeni, evrenin büyüklüğü, insanın bir küçücük fıçıcık, Dünya isimli toz parçası üzerinde enerjiden gelip, hayat bulması tüm hararetiyle Dilaver'in o yolculuktaki sohbet konularının büyük bölümünü oluşturuyordu. Aziz daha çok dünyevi işlerin adamıydı. Daha çok ayağı yere basan konularla ilgilenirdi. Mesela, boya pazarlama konusunda yeni fikirlerden bahsetseler, ya da yeni bir ortaklık için fikirler konuşulsa çok daha fazla ilgiyle dinlerdi ama gel gör ki, yol arkadaşı öyle maddi işlerle pek ilgilenmiyordu.

Bir ara yolda giderlerken ilerde yollarının üzerinde bir kaplumbağa gördüler. Dilaver heyecanla aman abi yoldaki kaplumbağaya dikkat et, ezmeyelim dedi. Aziz, "yok ben onu ortalarım, bir şey olmaz" dedi. "Aman abi dur" demeye kalmadan hayvanın üzerinden geçtiler. Aracın diferansiyelinin yere yakın kısmı üzerinden geçerken kabuğu kırdı. Çıkan çatırtı iç parçalayıcı gelmişti Dilaver'e. Zavallı kaplumbağa ise kanlar içinde kalmıştı. Morali bozulan Dilaver "abi dedim ama yaa..." diye geveledi. Aziz ise anlamsız bir şekilde sırıtırken, "aman canım, oldu işte, boş ver" karşılığını verdi.

Dilaver'in keyfi kaçmıştı. Geçen yaz, yine ikisi birlikte İstanbul'dan Ankara'ya giderken otoyolda yere konmuş olan Şahin geldi aklına. Onu da uzaktan gördüğünde "aman abi yavaşla, kuş kaçamayacak galiba" demişti. Zavallı kuş havalanmaya çalışırken 180'le giden araç, camının bitip, tavanının başladığı yer ile canını almıştı. Boşa giden iki can.

Aracın yol ve motor gürültüsü dışında ortam bir süre sessiz kalsa da, yarım saat sonra sohbet yeniden başladı.

Dilaver, yolda felsefi konular üzerine konuşup durdu. Bir ara, her nereden aklına geldiyse eşler arasında dürüstlüğün önemine getirdi sözü. Dilaver, ömür boyu tek eşliliğe inanıyordu. Eşlerin birbirine sadakatsizliğini, karşılıklı isteyerek verilmiş bir sözün tutulmaması olarak niteliyordu. Konuşmanın içinden coşkulu gelişinden olsa gerek, ağzından şu sözler döküldü. "Eşini aldatan, herkesi aldatabilir". Aslında ifade etmek istediği: Hayat arkadaşın olan ve pek çok şeyi paylaştığın bir insana yalan söylüyorsan, bunu herkese yapabileceğinin açık olduğuydu.

Aziz, "yok ama o kadar da değil canım!" diye cevapladı. Bir yandan da kafasında "acaba işyerindeki hatunlardan haberi mi var da, bana zarf atıyor bu çakal" düşüncesi dolanıyordu. Oysa Dilaver'in hiç bir şeyden haberi yoktu. Aziz o kadar ketum biriydi ki, böyle bir şeyi herhangi bir ortamda ağzından kaçırması mümkün değildi. Ancak, o paranoyak yapısı ve hayatta kimseye güvenilmeyeceği düşüncesi o anda yine galip gelmişti. Kafasının içerisinde yaşadığı küçük fırtınayı pek belli etmedi. Sonra da işle ilgili önemsiz şeylerden bahsederek sohbeti başka bir yöne çevirdi.

Aziz ile üç, beş yıl daha aynı iş yerinde çalıştı Dilaver. Bir kaç yıl sonra başka bir iş imkanı bulduğunda hemen değerlendirmesi konusunda destek veren Aziz'in tutumu fazla yardımsever gelse de, yeni işin cazibesi ve ortamın değişmesinin vereceği huzur nedeniyle başka bir işe geçti Dilaver. Yıllar birbirini böylece kovaladı.

Günlerden bir gün, eski iş arkadaşlarından Engin ve Serkan buluştukları bir kafede konuşurlarken Dilaver eski iş yerinde 2 yıl kadar önce beklenmedik bir anda toplu emeklilik dalgasının yaşanmış olduğundan bahsettiklerinde biraz şaşırdı. Aziz abisi ve bir kaç kadına topluca işten el çektirilmişti. Anlam veremediği için nedenini sordu. Serkan muzipçe güldü. "Ne yani, bilmiyor musun? Aziz o hanımlarla yıllarca gönül ilişkisi yaşamış. İçlerinden birini terk ettiğinde o kadın intikam için durumu büyük patrona anlatmış. Patron da toplam 5 çalışanın işine son verdi" dedi. "Tüh, üzüldüm, severdim Aziz abiyi de" dedi Dilaver. Engin, "oğlum amma safsın, adam senden şüphelenip büyük patrona size Dilaver mi söyledi yoksa bunları?" diye sesini yükselttiğinde kendi kulaklarımla duydum. Olayın aslı ortaya çıkana kadar hepimiz adama senin kumpas kurduğunu sanmıştık" diye ekledi. Dilaver, "ben bu durumu şimdi sizden öğreniyorum yahu" diyebildi. Serkan "o hoo, sen de amma safsın, gerçekten bilmiyor muydun? Kadınların Aziz'in etrafında pervane olmaları da mı, çekmemişti hiç dikkatini?" diye sordu. Biraz mahcup, "yok vallahi, haberim yoktu" diyebildi Dilaver. "Alem adamsın" diye kahkahayı bastı Serkan, Engin de ona katıldı. Ayıp olmasın diye Dilaver de yarım ağız gülüyordu ama bir yandan da o uzunca yolculukta söylediklerinin aklında gelip, gidişine engel olamıyordu. Eşini aldatan, herkesi aldatabilir.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Mutluluk Saçan Işık


Güneş henüz daha yeni batmıştı. Sonbahar akşamının serinliğinde kah caddelerde, kah sokaklarda ilerledi. Sevdiği yaz akşamlarından geriye kalandan hiç de memnun değildi. Ağaçların arasından geçerken, artık dökülmeye başlayan yaprakları fark etti. Sararmış yapraklarla dolu olan dallar rüzgarın da etkisiyle hareketlendikçe yüklerini yavaş yavaş yere bırakıyorlardı. Kısa süre önce yeşil olan yaprakların bu, kurumuş sararmış haline hüzünlendi. Ömrün sonuna benzetirdi güz mevsimini. Süratlenen rüzgar düşüncelerini dağıttı. Derin bir nefes aldı. Evlerden gelen yemek kokusu ile bir nebze daha kendisine geldi. O gün fazla bir şey yemediği hatırladı.

Boş sokaklarda bir o yana, bir bu yana ilerliyordu. Dünya ne kadar da büyük diye düşündü. Öyle ki ömrü boyunca gezmiş de olsa o kadar çok görülecek yer var ki... Serinlemeye başlayan havada içini kaplayan ürpertiden bir anlık kendini kurtardığında, "keşke her yeri gezip görebilseydim" diye geçirdi. Ama belli mi olurdu. Belki de o güne kadar görmediği yerleri de görebilirdi. Bu umut dolu düşünce bir an serin havanın neden olduğu ürpertiye baskın geldi.

Kendisini tüy gibi hafif hissediyordu. Günlerdir böylesi bir şey yaşamamıştı. Son bir hafta boyunca oradan oraya gitmekten bıkkındı. Ancak, yeni yerler görmek, yeni yiyecekleri tatmak onun için vazgeçilmez bir mutluluk kaynağıydı. "Eğer ölmez de sağ kalırsam, gidemediğim yerlere gider, tadına bakamadığım güzel yiyecekleri de tadarım" diye düşündü.

Soğuk beklenmedik bir şekilde artarken düşünceleri yeniden dağıldı. Artık hareket etmekte zorlanıyordu. Narin bedeni soğuktan, kontrolünü kaybedecek kadar etkilenmeye başlamıştı. Hayatı boyunca yaptıkları aklına gelmeye başladı. Güneşli güzel günler ve kırlar. Rengarenk ve birbirinden çekici çiçekler. Yemyeşil, göz alabildiğine uzanan kırlar. "Ne kadar güzeldi. Acaba yeniden görebilecek miyim?" diye geçirdi aklından.

Bir an bu düşüncelerden uzaklaştığında kendini karanlıkta, sokaklarda buldu. Soğuk, iyiden iyiye vücudunun derinliklerine işliyordu. "Sığınacak bir yer bulmalıyım, hem de çok çabuk" diye düşündü.

Ne kadar zaman geçtiğinden haberi olmasa da durumunun ümitsiz olduğunu fark edebiliyordu. Tam bu düşünceler içerisindeyken bir aralıktan sızan o yoğun ve kuvvetli ışığı gördü. Sanki biri "ışık olsun" demiş ve o ışık da karşısına çıkmıştı. Kontrolsüz bir şekilde ışığa yöneldi. Kaynağa yaklaştıkça daha da parlaklaşan aydınlık, giderek daha çekici geliyordu. Artık, tüm vücudunu biraz önce neredeyse donduracak kadar etkileyen soğuktan eser kalmamıştı.  Garip bir mutluluk hissi her yanını sarmıştı. Sanki, zaman durmuş gibiydi. "Belki de ölüm böyle bir şeydir" diye düşündü. Ama artık hiç bir şey, hayat ve ölüm bile umurunda değildi. Kendini, ölümün ötesine geçmiş gibi hissediyordu.

Genç kız odasında ders çalışmaktaydı. Kafasını kaldırdığında masa lambasının içerisinde beyaz yansıtıcı kısımda duran küçük kanatlı böceği fark etti. Odasının kapısına doğru dönüp, bağırdı. "Baba, çabuk gel, lambada bir sinek var". Babası geldiğinde, eğilip lambanın içindeki beyaz yansıtıcı yüzeyine baktı. "Sinek değil bu" diye aklından geçirirken işaret parmağıyla  üzerine kuvvetlice bastırdı.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Karanlıktan Gelen Tehlike


Bir gün karanlıktan bir göktaşı gelip, her şeyi bitirecek mi?

Karanlık Hakimiyetinde Bir Evren

Uzay bizler için büyüklüğü anlaşılması çok zor bir yer. Yirminci yüzyılda insanların bir kaç kez ulaşıp üzerinde kısa bir süre durduktan sonra geri dönebildikleri tek gök cismi ise dünyamızın uydusu ay. Mars'a doğru 5 yıl önce yola çıkması planlansa da ancak 2030'da fırlatılan Falcon Heavy önemli bir dönüm noktası oldu. 2042'ye gelindiğinde 25 koloni Mars'ta yaşamaya başlamıştı. 18. koloniyle birlikte gidenler arasında Arla Çelikter'in amcası ile amcasının eşi de vardı. Zaman zaman onlarla görüntülü mesajlaşmak ve Mars'taki kolonilerin verdikleri yaşam mücadelesini kazanıyor olduğunu görmek Arla'yı keyiflendiriyordu. Genç kızın, Ankara Üniversitesi Astronomi bölümünü kazandığı 2034'de Mars'taki 14 koloninin zor şartlarla savaşı henüz yeni başlamıştı. Okul bittikten sonra, bilim aşkına yenilmiş ve önceleri Kreiken Rasathanesinde daha sonra da yeni inşaa edilen Datça Şenavcı Gözlemevi'nde mutlu bir çalışma ortamında, evrenin derinliklerine birkaç duyu organıyla birden bakıyordu, dinliyordu, adeta karanlığın içerisindeki bir avuç yıldız tozundan her şeyin teorisini yavaş yavaş tamamlıyordu. Ancak ilerleyen günlerde tanıklık edeceği olaylar hayatını değiştirecekti.

Tehdit

Her ne kadar güneş sistemi içerisinde göreli olarak korumalı bir yerde duran bir yer de olsa dünyamız daha önce de karanlıktan gelen tehditler ile yüzleşmişti. Bir gök bilimci için de böylesi tehdit oluşturabilecek gök cisimleri hep ilginç bir alandı. Arla'nın doktorası işte bu türden gök cisimleri üzerineydi. Karanlıktan gelecek tehlike eğer yeteri kadar büyük ve hızlı ise üstelik bir de yolunun üzerinde bir yerde Dünya'nın yörüngesiyle kesişiyorsa aslında fazla yapacak bir şey de kalmayabilirdi. 60 milyon yıl kadar önce dünyaya çarptığında fareden daha büyükçe canlıların tamamının yeryüzünden silinmesine neden olan göktaşı gibi bir başkasının da dünyaya çarpması ihtimali düşük de olsa hala vardı. İhtimal küçük, tehdit ise büyüktü. Mars, insanlığın ilk kolonisi ve belki de hayatta kalma şansını artıracak bir alternatif olma özelliği nedeniyle pek dillendirilmese de bilim insanlarının aklının bir köşesinde yer edinmişti. Bir göktaşı gerçekten de dünyadaki hayatın sonunu getirebilir miydi?

12 Ocak 2042 
Aslında diğerleri gibi sakin başlayan bir kış gecesiydi. Gökyüzü tertemiz Datça semaları da oldukça açık görüş verecek düzeyde yıldızların ışıkları ile aydınlanıyordu. Gecenin bir yarısında gözlemevinin giriş kapısındaki konuşma sisteminden gelen çağrı ile irkildiler. Ses tanıdıktı. Türker heyecanla bağırıyordu. Açın şu meredi bulduğum şeye inanamayacaksınız!

Açılan kapıdan koşarak yanlarına gelen arkadaşları Arla'nın bilgisayarının başına geçti. Nefes nefese, "az önce Bruno derin uzay teleskobundan aldığım şu verilere bakın! Yaklaşık yarım ışık yılı uzaklıkta bir cisim tespit ettim. Eğer bir hata yapmadıysam 2046 gibi ya bize çarpacak ya da çok yakınımızdan geçecek".

Doğrulama

Türker'in bulduğu asteroid ve yörüngesi dünyanın farklı gözlem evleri tarafından da yapılan incelemeler sonucunda doğrulandı. 2042 TU ismini alan C tipi asteroid tüm dünyada uzunca bir süre gündemi meşgul edecekti. Arla ise 2 yıl boyunca asteroidin yapısını inceledi ve neden oluştuğunu çözmek için çalıştı. İyi haber, az miktarda silisyum, genellikle donmuş su içeriyor olması, kötü haber ise boyutunun oldukça büyük olmasıydı. 750-830 metre çapında bir göktaşı dünyaya doğru müthiş bir hızla yaklaşıyordu. Çarpışma gerçekleşirse bunun pek de iyi sonuçları olmayabilirdi. Dünya yeni bir yıkımın eşiğine mi gelmişti? Jüpiter'in etkisi ile yörüngesi sapabilecek gibi de olsa kaçınılmaz çarpışma anı giderek yaklaşıyordu. İnsanlığın ise yapabileceği fazla bir şey yoktu.

16 Eylül 2046

Hesaplanan çarpışma tarihi 16 Eylül 2046 Pazar günü olarak çıkmıştı. Eldeki teknolojilerin hiçbiri ile bu boyuttaki bir göktaşını durdurmak mümkün olmasa da güneşin etkisi ile göktaşındaki su molekülleri ısınıp arkasında uzunca bir kuyruk bırakmaya başlamıştı. Arla, kütle kaybının hesabına göre dünyaya yaklaşırken cismin 16'da 1'inin bu yolla uzaya dağılacağını buldu. Ancak yine de gelen cisim nasıl bir felaket getirecek, bilmek güçtü. Ta ki, dünyaya yeterince yaklaşana kadar.

Arla 5 Ağustos 2045 gecesi 22:43'e kadar Datça Şenavcı Gözlemevinde Bruno derin uzay teleskopu sırasının gelmesini bekledi. Kontrolün kendisinde olduğunu belirten sesli uyarı mesajını alınca teleskopun 2042 TU göktaşına dönmesini ve spektrometresini çalıştırmasını istedi.

Gerçekten de taşın çoğunlukla su içerdiği bir kez daha ancak bu defa daha iyi bir kesinlikle ekranda belirdi. -Kahretsin çarptıktan sonra geride göktaşından bir şey kalmayacak galiba, diye mırıldandı.

Sonuç ekranında birkaç bildik karbon bazlı molekül de sıralandı. İçlerinden biri kırmızı ile belirtilmekteydi. Daha önce dünyada rastlanmayan bu molekül ne olabilirdi? Üstelik molekülün miktarı dikkate alındığında göktaşının genel kütlesine göre yüzde 16,58 gibi bir yoğunluk dikkat çekiyordu. Paylaş tuşuna dokundu. Konu için ilgi belirtmiş tüm bilim insanlarına durumu duyuran bir bilgi iletisi gönderdi. Daha sonra gecenin devamını Datça'nın deniz kenarındaki kahvede, kah yıkık iskelenin siluetini aydınlatan Ayın soluk ışığını, kah Simi (Sömbeki) adasının hayalet gibi dans eden kıyı ışıklarını izledi. Bir sene sonra bütün bu güzellikler kaçınılmaz bir felaketin etkisinde mi kalacaktı?

Bulgu tüm dünyanın bilim çevrelerinde ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı. Ancak bu güne kadar dünyada rastlanmamış ya da üretilmemiş bir molekül yapısının ne olduğu ya da ne tür bir etkisinin olacağı hakkında kimse bir fikir ileri süremedi. Kaçınılmaz çarpışmaya ise haftalar kalmıştı. 12 Ağustos sabahı Arla uyandığında ilk iş olarak Ohio Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Biyokimyacı Raj Suresh Mohinder molekülün yapısının sarin gazını andırdığını ancak daha önce tespit edilmemiş yapının ne tür bir etkisinin olacağı konusunda bir şey dile getirmenin ancak spekülasyon olabileceğine ilişkin mesajını izledi.

Dünyanın Sonu mu?

Akşam üzeri saat 5 gibi Arla bilgisayarın çıkarttığı olası senaryoların karşılaştırıldığı ekrana bakarken umutsuzca tırnaklarını yiyordu. Çarpışmaya sadece birkaç ay kalmıştı. Panik havası yerine dünya genelinde garip sayılabilecek bir dinginlik hakimdi. Borsalar bile durumdan fazla etkilenmemişti. Sanki dünyanın sonu hiç gelmeyecek gibi alıp-satmaya devam ediyorlardı. Aslında belki de böylesi daha iyi idi. 2026 büyük küresel depreminden sonra yaşanan panik ile depremde kaybedilenden çok can ve mal kaybı olmuştu. İnsanlık, eskisine göre çok daha iyi ders alıp, gelecek nesillere miras bırakabiliyordu artık. Ancak, göktaşından sonra geride kalacak nesiller insanlar değil de, fındık faresinden küçük canlılar olabilirdi. Bunları düşünürken kolu kallavi boydaki kahve kupasına çarptı. Yer düşüp kırılan kupa özel kaplama zeminde bir çukur oluşturdu. Dökülen kahve çukuru yavaşça doldurdu. -Al işte, dünyadan önce odanın zemini gitti gümbürtüye. Diye hayıflandı Arla. Türker'in kahkahası havayı rahatlattı. Ardından, "- bizim taşın büyük ihtimalle Hint okyanusunda Nouvelle Amsterdam adası yakınlarına isabet etmesi beklendiğinden Asya ve Avustralya kıyılarını vurabilecek Tsunami ihtimaline karşı, tüm kıyı bölgelerinden 10 kilometre kadar içerilere taşınmaya başlayanlardan daha şanslı olabiliriz. Ama yine de o yerdeki izi tamir ettirmek için üniversiteden ek ödenek almana gerek olmayabilir." deyip göz kırptı. Arla Türker'e dönüp suratını buruşturarak iyi ki bilim adamı olmuşsun. Komedi yapmaya çalışsan izleyicilerin sıkıntıdan kuruyabilirlerdi dedi. Türker, "-Gel sana kıyıdaki balıkçı mezat yerinin yanındaki kahvede çay ısmarlayayım" dedi. Kafasıyla onaylarken Arla, çantasına tabletini attı ve gözlemevinin ön kapısından çıktılar. Yakınlardaki rüzgar enerjisi santrallerinin kanat gürültüsünden başka bir sesin duyulmadığı dinginliğin devam edip etmeyeceğini düşünürken kaskını takıp, Türker'in elektrikli motorunun arkasına binmişti bile.

16 Eylül 2046 Pazar Saat 16:37

Göktaşı artık uzay istasyonları ve bazı uydulardan yaklaşık 10'den beri izlenip dünyanın her yerindeki izleyiciler tarafından an be an takip ediliyordu. Sanki insanlık kendi sonunu bir televizyon programı izler gibi izliyordu. Ekranın başından kalktıklarında kapısı kapalı olan küçük dairelerinin kendilerini koruyabileceği düşüncesi bilinç altlarına yerleştiğinden, sanal bir güven duygusu içerisinde rahat uyuyabiliyorlardı. Arla ve gözlemevi ekibi ise neredeyse son bir haftadır günde birkaç dakika kestirmenin dışında büyük bir çaba ile uykusuz geçiriyorlardı günleri.

Hesaplanan yere çarpacağı kesinleşen göktaşı 16 Eylül 2046 Pazar günü saat Çin Yerel Saati (CST) ile 16:37'de saniyede 68,5 km hızla atmosferden içeri girdi. Olayı gözlemevinin büyük ekranından izliyorlardı. 2 uydu ve bir uzay istasyonu ve 15 kilometrede uçan insansız hava araçları dünyanın sonunu naklen aktarıyorlardı.

Sonunda atmosfere giren göktaşı sarı bir topa dönüştü, anlamıyorum diye mırıldandı Arla, sodyum nereden çıktı? Hemen ardından rengi mora dönünce -HADİ CANIM diye bağırdı. Şimdi de kalsiyum yanıyor! O sırada ekranlardaki boyuta ilişkin göstergeler hızla değişmeye ve göktaşı parçalara ayrılmaya başladı. Şimdi atmosferde yanmaya devam eden parçaların rengi kırmızıya dönmüştü. -Bu iyi işte diye bağırdı Arla. Nitrojen ve Oksijen yanıyor şimdi de. Biraz sonra o koskoca taştan geriye sadece yoğun miktarda buhar kaldı. Birkaç yüz irili ufaklı parçacık yollarına devam edip yolculuklarına okyanusun derinliklerine doğru devam ettiler. Ancak parçalanan dev kayadan geriye pek dikkate değer bir şey kalmamıştı.

Arla ve Türker, ne oldu şimdi bakışlarını yakaladılar o anda. Gerçekten ne olmuştu? Atmosferde yayılan dumanımsı katman Avustralya kıyılarından Tibet'in yamaçlarına kadar büyük yarıçapta bir alanı gri-beyaz bir örtü ile örtmüştü. Ancak birkaç gün içerisinde tüm bu parçacıkların dağılacağını hesaplayabiliyorlardı.

Rahatlamışlardı. Bir yandan da gelen görüntülü görüşme isteklerini yanıtlamaya çalışıyorlardı. Gözlemevi bağıra çağıra konuşan neşeli 6-7 bilim insanının sesleri ile dolmuştu. Bu durum bir kaç gün daha devam etti. Etkileri anlamaya çalışmaları ise daha uzun sürecek gibiydi.

Etki!

Bir ay kadar sonra dünya liderlerinden gelen barışçıl açıklamalar yanında dünyanın çeşitli yerlerindeki yerel çatışmaların pek görülmemeye başlaması Arla'ya ilginç gelmeye başlamıştı. Göktaşı ile ilgisi olabilir mi diye Suresh'i aradı. Suresh ise kendisini eskisinden çok daha iyi hissettiğinden ama nedenini bilmediğinden bahsetti. Bu arada dağılan bulutun tüm dünyaya yayılmış olabileceğinden ancak eser miktardaki yabancı karbon bileşiğine rastlamadıklarından bahsetti. Belki de iyonize olmuştur hepsi diye ekledi. O sırada, Arla'nın gözü yanıp sönen haber ekranına takıldı. -Bunu görmelisin Suresh, bunu görmelisin! diye bağırdı Arla. O sırada çalışma arkadaşlarından Erhan ve Gökçe yerlerinden kalkarak Arla'nın yanına gelip, merakla ekrana baktılar. İsrail yetkilileri bir açıklama yapıyordu. Filistin ile kalıcı barışın sağlandığını ve iki ülke sınırlarının kaldırıldığını, tarafların barışı sürdürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya kararlı olduklarını açıkladılar. Suresh araya girdi, "hey Hindistan'da farklı etnik gruplar arasındaki çatışmalar da bir süredir bitmiş gibiydi, sonunda insanoğlu aklını başına aldı gibi" diye araya girdi. "Arla, tamam eğer başkaca bir etki tespit edersen haber ver olur mu" dedi. Suresh "hey, bu göktaşından mı oldu diyorsun yani?" diye sordu. Arla, "Belki" dedi. Belki!

Türker, içeri geldiğinde yüzü gülüyordu. Aşırı dincilerin azılılarından olan bir grup teröristin nette bir açıklama yaparak, artık kimseye kötü bir yaklaşım göstermeyeceklerini ve tüm dünya insanlarını inançları ya da inançsızlıkları ne olursa olsun, kardeş olarak göreceklerini açıkladıklarını söyledi. Kafasını ekrandan kaldıran Gökçe, bir süredir medyum ve falcıların ortada görünmediklerinden hatta eğlence olarak baktığı fal sitelerinin pek çoğunun kapandığından bahsetti. Arla, "fal sitelerine mi bakıyordun" diye şaşkınca sordu. "Biliyorum, bana da eskisinden daha anlamsız geliyor" diye cevapladı Gökçe. Takip eden günlerde benzeri açıklamalar birbirini kovaladı. Cinayetler ve soygun haberleri ise artık görünmez olmuştu.

Bir kaç ay içerisinde pek çok ülke sınırlarını ve girişlerde belge kontrolünü ve vizeleri belirsiz bir tarihe kadar kaldırdığını açıkladı arka arkaya. Rutin askeri görev ve manevralar ise gereksiz bulunmaları nedeniyle arka arkaya iptal edilmeye ve kaynakları bilimsel araştırmalara ayrılmaya başladı.

Huzur

Göktaşından beri, dünya eskisinden çok daha huzurlu bir yer haline gelmişti. İnsanlar birbirlerine ve doğal çevrelerine karşı eskisinden çok daha anlayışlı ve saygılıydılar. Son birkaç ayda hiç bir çatışma ya da terör olayı gerçekleşmemişti. Bilim dünyası sıradan insanların beyin görüntüleme sonuçlarını incelemeye başladı. Belirgin bir değişiklik bulamadılar. Sadece, amigdala olarak adlandırılan bölümde (*) belli belirsiz bir faaliyet azalması tespit edilebildi. İnsanlar, eskisine göre daha huzurluydu. Pek çok ünlü net sitesi ve televizyon yayınlarında: "Sonunda barışı ve huzuru bulmak için başımıza taş düşmesi gerekiyormuş demek." "Dünyada olmayan barışın uzaydan tepemize inmesi komik oldu." gibi yorumlar yapılıyordu.

...

Görüldüğü kadarıyla küresel bir felaket olması beklenirken, evren Dünya'ya acımış ve ilkel taraflarımızı törpüleyecek bir çözüm getirmişti. Belki de, Cennet gökten dünyaya düşmüştü.

(*) Beynin tehdit anında hızlı tepki vermesini sağlayan evrimin ilk dönemlerinde beynin üst katmanından önce geliştiği düşünülen kısım. 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Duran Zaman - 3


Hikayenin devamı:

Altan az önce titreyerek kendini belli eden telefonu komidinin üzerinden aldı. Mesaj Jena'dan geliyordu. Bir çırpıda okudu. "İyilik için kullanmayacaksan gücü istememelisin" yazıyordu gelen mesajda.

Bir süredir kafası oldukça karışık olan Altan, bu mesajın ardından üzerinde günlerce düşündü. Sahip olduğu bu beceri onu eskisinden daha farklı yapıyordu. İster istemez geçmişte kendisine zararı dokunmuş insanlara zarar vermek için yaptığı planlardan böylece vazgeçti. Ancak kötülük yapmaktan vazgeçmek bir aşama olsa da, iyilik yapmaya başlamak için daha çok çabalaması gerekiyordu. Çabaladı da.

Yıllar böyle geçti. Gücünü iyilikler adına kullandı. Bir vakıf kurarak adını "Duran Zaman Vakfı" yaptı. Böylece daha iyi yaşam kalitesi sağlamak ve daha iyi eğitimi geniş kitlelere yaymak için etkili bir güç yönetimini sağladı. Zamanla diğer yetenekli dostlarından ve tabi Jena'dan da yardım gördü.

Yıllar Altan'a vermenin almaktan daha keyifli ve mutluluk verici olduğunu öğretti. 50'li yaşlarına geldiğinde kurduğu vakıf kendi ayakları üzerinde durabilen ve gelir kaynakları tükenmeyecek kadar sağlam bir hal almıştı bile. Artık iyiliğin güçlü bir kaynağı daha vardı dünyada.

52. doğum gününden birkaç ay geçmişti ki, zaman katmanında yaptığı gezintilerden biri sırasında sırtından sol koluna doğru yayılan ve sonra da göğsüne akan bir basınç sonrasında kendini yere buldu. "Ölüyor muyum, ama zaman duruyor. Ben durdurduğuma göre bundan böyle zaman hep duracak mı?" diye düşündükten hemen sonra hiç bir şey yapamadan kendinden geçti. Gençken geçirdiği boğaz enfeksiyonunun zarar verdiği kalbi, daha fazla çalışamamıştı.

Onu bir daha gören olmadı. Ne normal insanlar, ne de kendisi gibi zamanı durdurabilenler. Geçtiği katmanda zaman kendisi için dursa da diğerleri bunu fark etmeden normal zaman akışlarına devam ediyorlardı. Belki de zaman hiç durmamıştı. Belki de zaman hiç olmamıştı...

SON!

30 Temmuz 2015 Perşembe

Duran Zaman - 2


Hikayenin devamı:

Altan ve Jena alışveriş merkezinde içeceklerini alıp bir masaya oturdular. Bir süre ne diyeceklerini bilmez bir şekilde öylece kaldılar. Hani zaman durmuş gibi olur da, öyle kalakalır insan. İşte tam böyle bir an. Ancak her ikisi de benzer anlar üzerine pek çok deneyime sahiptiler. Altan çekingence, "benim gibi bir başkasının da zamanı durdurabileceğini bilmiyordum" diye kekeledi uzun süredir kullanmadığı için hafif paslamış İngilizcesiyle.

Jena, buz mavisi gözleriyle Altan'ın gözlerine delercesine bakarken yaslandığı sandalyeden doğrulup, kollarını masaya dayadı. "Aslında zaman diye bir şey var olmayabilir biliyor musun? Bana kalırsa başımızdan geçen sarsıcı bir deneyim, bizdeki anomaliyi tetiklemiş olmalı. Ben tam bir araç bana çarpacakken ilk deneyimimi yaşadım. Belki de yaşadığımız boyutun dışında kısa süreli istisnalara neden oluyoruz. Ancak bunu aynı anda ve aynı mekanda yaşayıp da birbirimizi fark edebilmemiz sence milyarda kaçlık bir ihtimal olabilir?" dedi ve sandalyesine doğru yaslanırken masadaki soğuk kahvesini çevik bir hareketle kapıp dudaklarına götürdü.

Ne iş yapıyorsun? Teorik fizikçi falan mısın? diye güldü Altan. Jena, daha çok belgesel izlemelisin tatlım, diye alaycı bir sesle gülerek karşılık verdi. Sana bizim gibi başkaları da var, desem inanır mısın? Başlarda "neden ben?" diye sorup duruyordum kendime ama garip bir şekilde diğerleri ile aynı seninle olduğu gibi karşılaşmaya başlayınca kanıksadım durumu. 17 yıldır bizim gibi çok kişi karşıma çıktı. Kimi sorularıma cevap da oldular ama bu hep yeni sorular sormama neden olmaktan başka bir işe yaramadı bu durum. Ha, bir de "neden ben?" diye sormuyorum artık. Bu belki iyidir ama "neden?" sorusu boşlukta asılı bir pinyata gibi dönüp duruyor ve ne yazık ki ona vurup, içindekileri ortalığa saçacak bir sopam yok.

17 yıl mı? diye düşündü Altan. Kahretsin, bu çatlak benden çok daha gençken başlamış zamanla dans etmeye!

Bak Altan, düşünüyorsun şu anda mesela, düşüncelerimiz zamandan bağımsızdır. Çok kısa sürede çok fazla şey düşünebiliriz. Düşünmek aslında bir anlamda zamanla bağımızı kesebilen deneyimdir. Üstelik bunu herkes yapabilir. Bizim gibi olmaya da gerek yok. Rüyalar da benzer deneyim yaşamamıza neden olur. Belki de zaman algısını çarpıtabilmek ya da boyutta bir istisnaya sebep olmak o kadar da zor bir durum değildir. Zaman, onu bu şekilde algılamaya alışık olduğumuz için bize Schrödinger'in kedisi muamelesi yapıyor olamaz mı? Bir düşün istersen. dedikten sonra çevik bir hareketle oturduğu yerden kalktı ve "Görüşmek üzere!" dedi.

Altan dinlediği sözlerin etkisiyle sersemlemiş bir durumdayken, Jena gözlerinin önünde patlamış bir su balonu gibi yok oldu.

Altan, "Schrödinger'in kedisi" diye mırıldandı. Yüzünde muzip bir gülümsemeyle, demek başkaları da var, diye düşünürken sırtını yaslayıp, yüksek tavandaki havalandırma kanallarında iz yapmış tozlara ne olduklarını fark etmeden baktı. Başını indirdiğinde kahve tabağının yanındaki küçük turuncu not kağıdını fark etti Altan. Notta: Gitmem gerek, kusura bakma, bana +27 609 370 2644 numaralı telefondan ulaşabilirsin, yazıyordu.

Hikayenin son bölümünü okuyun.


28 Temmuz 2015 Salı

Duran Zaman - 1


Her şey 1997 yılında başladı. Tüm gariplikler üzerine çarpan taş ile çatlayan otomobil camının üzerindeki çatlak gibi yavaş yavaş ilerledi. Kimi yerde dallara ayrılarak. Yavaş ama camın köşesine gelene kadar durmayan bir kırık ağı.

21 yaşından birkaç ay almıştı Altan. Atletik yapılı, yakışıklı sayılabilecek bir delikanlıydı. Yüzüne baktığınızda bildiğiniz birilerini andıracak kadar tanıdık ama bir o kadar da sıradan.

O gün, uykusunu alamadan erkenden kalktığı için mahmurdu. Karşıdan karşıya geçerken hızla gelen minibüsü fark etmedi. Yazın o sıcak gününde cayırdayarak kilitlenen tekerleklerine rağmen ancak yanından kıl payı geçtikten sonra durabildi koca araç. Üzerinden şaşkınlığı atamadan minibüsün şoförü yanında bitmişti. "Lan hayvan, yola baksana, ezilip adamdan sayılacaksın sabah sabah" sözü adrenalin dolmuş bünyesine şok etkisi yapmıştı. Şoföre şöyle okkalı bir yumruk sallaması ise sadece bir an sürdü. Yere yuvarlanan adam gırtlağından gelen garip bir hırıltı ile ayağa kalktığında elindeki sivri uçlu krom parçası sabah güneşinden gelen ışıkla garip bir pırıltı saçıyordu. Adam bıçağı Altan'ın böğrüne doğru sallarken bir an sonra her şey bitecekmiş gibiydi. Havada asılı kalan bıçak, birazdan ete saplanıp kemiğe kadar durmadan ilerleyecekti. Daha sonra da iç organlarda şiddetli bir kanamaya yol açıp Altan'ın yaşamına son verecekti ama zaman geçmek bilmiyor gibiydi. Aslında tam olarak her şey durmuştu sanki. Altan 30 saniye kadar bekledikten sonra şaşkınlığını bir nebze olsun attı. Karşısındaki öfkeli adam 3. sınıf düşük bütçeli bilim kurgu filmlerdeki gibi donup kalmıştı. Arkasını dönüp hızla kaçacakken dolmuştan inmiş ve olayı izleyen müşterilerden birine çarptı. Altan bir insana değil de asfalt kaplamaya sıkıca çakılmış dev bir kazığa çarpmış gibi sarsılıp, sırt üstü yere kapaklandı.

Sersemlemiş de olsa, yerinden kalkıp, yakındaki binaların arasındaki dar, gölgeli sokağa doğru 250 metre kadar koştu. Sokağa girdiğinde nefes nefese kalmış, nereye gidebileceğine karar vermeye çalışıyordu. Biraz sonra soluk alıp vermek daha da zorlaştı ve olduğu yere yığıldı kaldı. Son hatırladığı, çevredeki herkesin ve araçların oldukları yerde durduğu ve tık nefesinden başka hiç bir sesin duyulmuyor olduğuydu. Kendine geldiğinde ise her şey normale dönmüş, az önce tartıştığı dolmuşun şoförü aracına binip uzaklaşmıştı bile.

İşte Altan zamanı durdurabildiğini böyle fark etmişti.

İlerleyen günlerde, istediği anda donup kalabildiğini, kendisini çevreleyen ve onunla hareket eden bir alan içerisinde hareket edebildiğini ancak, bu anlarda yerdeki bir kuş tüyünü bile değil hareket ettirmek bir yana, en hafif maddenin bile inanılmaz bir kütleye sahip gibi davrandığını fark etmişti. Sadece, kendi çevresindeki görünmez dar alanın içerisinde bulunan maddeler normal zamandaki gibi davranıyordu. Görünmez alan içerisindeki temiz hava solunamaz hale kadar gelene kadar yaklaşık 3,5 dakika bu durum devam edebiliyordu. Bir balık adam tüpü ile bu sınırı geçme denemesi bile yaptı. Ancak çevresindeki alan içerisindeki hava belli bir yere kadar sıkışabildiğinden iç basınç tehlikeli bir şekilde artıyor, uzun süre tüple solumaya imkan tanımıyordu. Zamanı durdurmadan önce eline aldığı bir madde koruyucu alanının içerisinde kalıyordu. An durduğunda hiç bir şeyi eline alıp, bırakamıyordu. Böylece sınırlı da olsa birkaç şeyi çalıp kaçması mümkün olabiliyordu. Sınırlı ama işlevsel bir durumdu kısacası. Zamanı durdurduğunda, çokça yorulduğunu hissediyordu. Yeniden durdurmaya çalıştığında ise ancak bir saat kadar sonra bunu yeniden başarabiliyordu. Ancak insan çözüm üretmek için düşündüğünde ve sınırlarını da iyi tanıdığında durdurulamaz hale gelir.

Bu yeteneği sayesinde yıllar boyunca dünyayı gezdi Altan. Biletleri ayarlamak ve para bulmak hiç de zor olmuyordu onun için. Ta ki, 2013'de güzel Jena'ya rastladığı güne kadar. Jena, Altan ile aynı yeteneğe sahip 35 yaşlarında bir Güney Afrikalı'ydı. Antalya'da karşılaştılar. Birbirlerini fark etmek kolay oldu. Kalabalık bir alışveriş merkezinde donmuş zamana karşın aynı anda hareket eden iki kişiydiler. Kader onları bir araya getirmişti işte.

Devamını okumak için tıklayın.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Tapınakta Bir Gece Rüyası


90'larındaki adam, dağın düzlüğünün kıyısına kadar sağlam adımlarla geldi. Sağ elinde taşıdığı yaklaşık 1,5 metrelik  kalınca sopayı yere dayayıp, iki eliyle tepesini tutup üzerine hafifçe yüklendi. Bu tahta parçası, bir sopaya ihtiyacı olduğundan değil ama kendinden öncekilerden kalma bir gelenek olduğu için yanındaydı.

Gecenin karanlığında uzaklara doğru baktı. Mabetteki alçak gönüllü odasından buraya kadar yaptığı kısa yürüyüş aslında zaman zaman geçmişe yaptığı yolculuklardan biriydi. Uzaklara bakarken, gerçekte gözlerinin önünden geçen hayaller, iç dünyasında geçmişte kalanlara bir tür kavuşma töreni gibiydi.

Anne ve babası onu neredeyse ömürlerinin ortasında dünyaya getirmişlerdi. Babası, 50'lerinde annesi ise 42 yaşındaydı dünyaya geldiğinde. Her ikisi de 100 yaşını devirmeden bu dünyadan göçmemişlerdi. Yani o buralara geldikten yıllar sonra bu dünyadan gitmişlerdi.

90 yılı devirmiş olsa da hala dinçti. 1,80 civarındaki boyu biraz kısalmış olsa da hala dimdik durup güçlü adımlar atabiliyordu. Kafası ise belki de buraya geldiği 40'lı yaşlarından çok daha berrak ve hızlı çalışıyordu. Aile mirası genleri, dingin hayat, kendinle barışıklık ve kendini ve başkalarını affetmeyi öğrenmesi sayesinde sadece 90'lı yaşlarına sağlıklı ulaşmamış, aynı zamanda tapınaktaki en yaşlı ve bilge kişi de oluvermişti.

Güya modern dünyadan gelip, dünyanın bir ucundaki tapınakda geçen yıllardan sonra, huzuru kendi içinde bulmuş olmak garip gelse de, buna alışalı yıllar olmuştu. Bazen, geride bıraktığı yaşamında pekala aynı huzuru ve içsel barışı bulmaması için bir neden olmadığını düşünse de nasıl gerçekleştiğinden çok, bu duruma gelmek önemli olduğundan üzerinde fazla düşünmezdi.

Eski yaşantısında bir gün barda sohbet ettikleri dostu, modern dünyanın çekişmesi içerisinde edindikleri düşmanlar için bir söz etmişti. "Yeterince uzun yaşarsan, tüm düşmanlarının ölümünü görürsün". Onu geçmiş yaşamından kopartan işte bu söz olmuştu. Düşmanların ölmesini beklemek için çok yaşamak pratikte bir çözümdü belki ancak, hiç düşmanlarının olmaması çok daha iyi olmaz mıydı?

Kararını verip ardından, bu tapınağa vardığında o kadar yol gelmiş olmasına rağmen asıl yolculuğun yeni başladığını görmesi fazla zamanını almamıştı. Kendini tanımak yolculuğu.

İşin asıl komik yanı, ilerlemiş yaşı nedeniyle o sözü söyleyen de dahil, pek çok dostu ve düşmanı artık gerçekten dünyadan göçmüşlerdi. Ama yıllarca süren arınması sırasında asıl önemli olan, hiç düşman edinmemek olduğunu öğrenmesiydi. Mücadele içerisinde geçen amaçsız hayatlar yıpranmayı kaçınılmaz kılıyordu. Gelişme ve değişme kaçınılmazdı. Bunlara ayak uydurmak ve gelişip daha iyiye ulaşmak da öyle. Ancak tadı kaçan, amaçsız birbirini yeme ve kaçınılmaz düşmanlıklar o kadar da anlamlı değildi. İlerleyen yıllardaysa zaten dost ve düşman, iyi ve kötünün aynı bulmacanın parçaları olduğunu da kavramıştı.

Uzun yaşamak, üstelik de bunu sağlıklı olarak yapmak güzeldi. Ancak kendi dinginliğini uzaklarda ararken, yine kendinde bulmak çok daha şaşırtıcı ve güzel olmuştu. Bu düşünceler içerisinde kim bilir kaç saatin geçtiğini anlamamıştı bile. Günün ilk ışıklarının belirtilerini gören adam doğruldu. Kalınca sopasını bu defa kaldırıp omzuna koydu. Keyifle, odasının yolunu tuttu.

Yeterince uzun yaşamış, düşmanlarını geride bırakmıştı. Zaten, artık bunların bir önemi de kalmamıştı. Huzurlu bir şekilde tapınağın kapısından girip, gölgeler arasında gözden kayboldu.

3 Ekim 2013 Perşembe

Arayış Yolculuğu


Bazen hepimiz arayış içerisine gireriz. Tarihin yazılmadığı bir dönemde yaşamış bir adamın öyküsünü anlatacağım sizlere. Bir soru üzerine arayışa giren ve beklemediği bir yanıtı kendi düşünceleri içerisinde bulan bir adam. Onun bu arayış yolculuğuna, siz de eşlik etmek ister misiniz?
Yolun neredeyse yarısına gelmişti adam. Ayağındaki sandaletler artık parçalanmak üzere olduğundan adımları ister istemez yavaşlıyor ama merakı durmasını engelliyordu. Kurt kırması köpekleri de dillerini sarkıtmaya başlamış olsalar da yanından ayrılmıyorlardı. Yine de soluklanmak için, gördüğü yaban eriği ağacının altına oturdu. Elinin eriştiği daldan bir iki meyve kopartıp ağzına attı. Sert kabuklu meyveyi ağzında parçalarken yüzü buruştu. Neredeyse meyvenin kendisi kadar olan çekirdeğini tükürdü. Çantasından çıkardığı kuru balık parçalarını masum masum yüzüne bakan köpeklerine fırlattı. Bir yandan da yolculuğa çıkış nedenini düşünüyordu. Onu buraya kadar getiren o derin mağarada karşılaşabileceği korkunç canlılar hakkında anlatılan hikayeler içini ürpertti. Neyse ki köpekler dışarıda yırtıcılardan ve diğer kötü insanlardan onu korudukları gibi mağarada da eşlik edeceklerdi. Yere dayadığı sopasının tepesinden iki eli ile birden tutarken, kafasını da sopaya dayadı ve düşüncelere daldı.

Hayatı yollarda geçse de, zaman zaman kent devletlerinin koruyucu kalabalığına sığınırdı. Derme çatma da olsa kurulan pazarlarda yol boyunca bulduğu değerli taş, maden parçalarını ihtiyaçlarını almak için kullanırdı. Kimi zaman da kamp yeri çevresinde avladığı hayvanların postlarını ve tütsülenmiş kuru etlerini başka giyecek ve yiyecekler için değiş tokuşa ederdi. İnsanları fazlasıyla tehlikeli, köpeklerini ise çok daha güvenilir bulurdu. Zaten bu yüzden yalnızdı ya. Ancak bir gün deniz kenarındaki bir kent devletine yaptığı 3. ziyarette onunla karşılaştığında hayatının değişebileceğinden haberi bile yoktu.

Adam ellilerinde bir düşünürdü. Çevresindeki gençlere, hikayeler anlatıp, hayat dersleri veren bir öğretmen edası vardı. "Neden?" diyordu. "Neden biz varız? Tanrılar bizi neden ortaya çıkardılar? Başka işleri yoktu da, ne diye insanı yaptılar? Ya çevremizdeki diğer canlılar? Sadece eğlence olsun diye hayvanları, bitkileri bu kadar çok çeşitte yapmak tanrılar için bile sıkıcı değil mi? Şöyle bir saydım en az 50 çeşit hayvan türü var hemen şehrin yakın çevresinde." Düşünürü dinlerken, daldı adam, davudi sesi giderek boğuklaşmaya ve uzaklaşmaya başladı. Ama bir sözü hala kulaklarında yankılanıyordu. "Neden?" 

Dersten sonra kır uzun sakallı adama yaklaştı. "Neden sorusunun cevabını nasıl bulabilirim? diye sordu. Yabancı adamın bu beklenmedik merakı karşısında gözlerini şaşkın bir ifadeyle kocaman açtı düşünür. Yutkundu ve ardından, "Önce kendini bulmalısın" dedi. "Aradığın cevap da orada olacak". Adam düşünüre "Peki nasıl bulacağım?" diye sordu. "Bunu söylemek zor" dedi yaşlı adam. "Ancak aynı yere çıkan pek çok farklı yolu var. Herkes, farklı şekilde ulaşır "kendine", belki böyle bir deniz kenarında, yıllarca beni dinlemen gerekir, belki de dağlarda bir mağarada bulursun cevabını ama önce kendi içinde ara kendini".

Yıllarca bir yere bağlı kalmaktansa o dağdaki mağarayı yeğlemişti. Hem ne olacaktı ki, zaten dolaşıyordu, varsın bu defa hedefi bir dağın tepesindeki mağara olsun. Günler ve geceler süren yolculuğunda hep içinden "neden?" sorusunu geçirdi ve düşündü. Neden, "neden" diye düşünebiliyordu? Neden, diğerleri gibi yaşayıp gitmiyor ve mutlu olamıyordu. Hayat neydi? Sonra ne olacaktı? Tanrılar gibi sonsuz bir hayatı tadacak mıydı? Söylenceler gibi, yok olup gidecek miydi? Ölümsüzlüğün sırrı neydi? 

Yolda bir başka kent devletinin içinden geçerken, sarışın bir adam ve karısının yanlarında yürüyen küçük çocuğa takılmıştı gözü. Çocuk köpeklerini severken ana ve babasına olan benzerliği dikkatini çekmişti. Sanki ikisinin tüm özelliklerini taşıyordu küçük sevimli şey. O resim zaman zaman olduğu gibi yine gözünün önüne geldi. "Ben de annem ve babama benziyor muyum acaba?" diye bir an geçirdi içinden yerden doğrulduğu sırada.

Günler birbirini kovalamış ve hedefine varmıştı. Dağın tepesinde mağaranın girişini kontrol etti. Köpekler de huzursuzlanmadı. Anlaşılan, mağaranın yırtıcı sakinleri yoktu. Yağ meşalesini biraz uğraşarak da olsa taşlarını birbirine çarpa çarpa tutuşturmayı başardı. Mağara derinlere gidiyor, duvarlarında tutunmuş yarasalar onun ve köpeklerin varlığından rahatsız oldukça uçuşuyorlardı. O ise akan suyun sesini takip ederek mağaranın derinliklerinde ne olduğunu bilmediği değerli şeyi aramak için inmeyi sürdürdü. Uygun yeri bulup, bir ateş yaktı dinlenmek için. İçi ısınan köpekler neşeyle ateşin etrafında koşturup oynaşırlarken, elindeki meşaleyle su birikintisine yaklaştı. Tam uzanıp bir yudum içecekti ki, suyun içinden kendisine doğru yaklaşan silueti görüp irkildi. Sonra kendi yansımasını fark edip yeniden yaklaştı ve yüzünü incelemeye başladı. Anneme ve babama mı benziyorum? Sarışın küçük çocuk geldi. gözlerinin önüne. Anne ve babasının ruhları o çocuktu. Kendisi de anne ve babasının ruhunun birleşimi miydi? Hiç görmediği anne ve babasını içinde hissetti o an. Ardından diğer atalarını. "Demek sır buymuş" dedi bağırarak. "Demek sır buymuş!" Köpekler yorulup oturdukları yerden ayağa kalkıp ulumaya başladılar sahiplerine eşlik için. 

Adam sarsılmıştı. Ölümsüzlüğün sırrı, ataların özelliklerini taşıyan torunlarda yaşamasıydı. Yani çocuklar ölümsüz olmanın anahtarıydı. Neden, sorusu ile başlayan yolculuğu bu defa bir cevap ile son bulmuştu. 

Kalktı ve köpekleriyle birlikte dış dünyanın hüzünlü ve zorlu ortamına doğru yola çıktı. Ölümsüzlük için yolu onu nereye ve kime götürecekti kim bilir?

27 Ağustos 2013 Salı

Geldiler...


10 sene önce, sadece 116 ışık yılı öteden ulaştığı belirlenen akıllı varlık belirtisi tüm gezegende merak ve heyecan dalgasının yayılmasına neden olmuştu.

Yıllardan beri yakınlarda ya da, uzaklarda akıllı bir canlı izine rastlamak için yapılan araştırmalar ilk defa dişe dokunur bir sonuç vermişti.

Yıllar geçtikçe aynı kaynaktan alınan sinyaller sayıca arttı ve kompleksleşti. Başlarda ne oldukları konusunda yapılan tartışmalar zamanla bilim çevrelerinin, sinyallerin anlaşılabilir dizilimlerden oluştuğunu çözmeleriyle sona erip, gelen sinyallerin ne olduğu üzerine yoğunlaşıldı. 10 yıl bir çırpıda geçti. Artık gelen sinyallerin akıllı canlıların haberleşmeleri olduğu konusunda kimsenin kuşkusu kalmamıştı.

Zaman içerisinde gelen sinyallerin 26 harf ve 10 sayıdan oluşan veri çorbası olduğunu çözen veri işleyici makineler yıllardır gelen sinyallerin şifresini çözmeyi başaramamıştı. Ancak rakamların işin içerisine girmiş olması matematik bilgisine sahip bu akıllı canlıları daha da ilginç bir hale getiriyordu.

Uzayda bilinmez bir noktaya yolculuk etmek için tüm nedenler yerlerine oturmuştu. Gölge birlikteliği gereken kaynakları ayırdı ve zaman-uzay katlayıcı köpük için gereken enerji hesapları yapıldı. Önce güneşin etrafında bir hızlanma ve arkasından sapan etkisiyle erişilecek değme noktası kaynak verilerin ulaştığı 126 ışık yılı uzaktaki akıllı canlıların bulunduğu yere erişim için yeterli olacaktı.

33 gölge bilim uzmanından oluşan ekip, hazırlıklar tamamlandığı anda yolculuklarına başladılar. Hedefleri Dünyamızdı.

Hızlı bir güneş turundan sonra fırlatıldıkları noktadan kolayca güneş sistemimizin yakın bir bölgesine düştüler. Dünyaya ulaşmaları ise bir kaç saatlerini aldı.

Değişik bir gezegen ile karşılaştılar. Sinyaller çıldırmış gibi artmıştı. Gezegenler arası 126 ışık yılı mesafe vardı. Dünyadaki akıllı canlıların bu kadar kısa bir süre içerisinde gösterdikleri gelişme olağanüstüydü.

Dünya yüzeyine ulaştıklarında bir kaç ay kadar akıllı canlıları aradılar.

Tüm çabalarına rağmen hiç bir sonuca ulaşamadılar. Sinyaller hiç olmadığı kadar güçlü olduğu halde bir tek hayat formu bile olmayan ya da bulunamayan bir gezegen.

Çok geçmeden içlerinden biri bilmeceyi çözdü.

Geldikleri gezegende var olan akıllı yaşam formları gölge uzmanların bildikleri alıştıkları boyuttan farklı bilinmeyen başka bir yerdeydi. Yani akıllı canlılarla aynı anda aynı yerde olsalar da birarada olamıyorlardı. Dolayısıyla varlıklarından emin de olsalar, bu akıllı canlılarla iletişim kurmaları ya da tek taraflı ulaşan sinyallerine cevap vermelerinin mümkün olmadığını, hatta onları ve yaşadıkları yeri, onlar gibi göremediklerini ve algılayamadıklarını kavramaları kısa sürdü. Farkındalık için gelinen 126 ışık yılı kadar yol ve beklenmedik bir karşılaşma.

Geldiler. Dünyadaki akıllı canlılar onları hiç fark etmedi.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Yutardağ


Yanardağın öfkesi dinmiyordu.

Yer sarsıntıları, yığma binaları yerinden oynatıyor, kimi zaman ise şiddetli bir deprem ayakta zor duran bu ilkel yapıları tamamen yıkıveriyordu. Öylece bırakıyorlardı o yapıları altında kalanların mezarı oluyordu eski evleri.

Tanrılara adanmış tapınaklar bile zaman zaman şiddetli sarsıntılarda kısmen hasar görüyordu.

Kutsal adam durmadan dua ediyor ama bir türlü neden kızdığı belli olmayan yanardağın hiddeti sona ermiyordu.

Tapınakta tanrılara adanan en güzel yiyecekler eski zamanlardan bu yana onları korumuştu. Ancak artık hiç bir adak üzerlerine günlerdir yağan külleri durdurmuyordu. Toplu yakarışlar artık ayinlerin vazgeçilmezi haline gelmişti.

Kutsal adam kendisine malum olanı inananları ile paylaştı.

Adakları kraterin ağzına götürüp sunmak sorunlarını çözüp dağı sakinleştirecekti. Ama olmadı. Aksine daha bir hiddetlenen dağ günlerini de geceye çeviriyordu.

Kimsenin aklına oradan kaçıp gitmek gelmedi. Umutları olan kutsal adamın ne diyeceğini beklediler sadece. O ise kafasında duyduğu seslerin yorumunu yapmaya çalışıyordu sadece. "O'na ancak istediğini verdiğinde sizi bağışlayacak!". İyi ama ne istiyordu bu tanrılar?

Erzak, öteberi ile hiddeti sonlandırmak mümkün olmadı. Ona en güçlü besi hayvanını sunup kurtulmak makul bir seçenek gibi geliyordu. Denediler...

Bir kaç gün sonra ne sarsıntılardan ne de püsküren dumandan eser kalmadı. Sadece ince bir duman tütmeye devam ediyordu en tepedeki. Bu zaten alışık oldukları bir durumdu.

Böylece tanrıların nasıl memnun edileceğini kavradılar.

İzleyen yıllarda, belki de peşin adaklar ile olası tehlikelere karşı kendilerini güvende hissedeceklerdi.

Deneyimleyerek bu ritüelin tıkır tıkır işleyeceğine inandılar. Zamanla adaklar değişti. Kimi zaman başka bir değerli hayvanı sundular tanrıların dünyadaki gücünü temsil eden yüce dağa. Kimi zaman daha çok işe yarayan yeni yetme bir kız ya da oğlan çocuğunu. Birimizin kutsal bir amaçla yok olması, diğerlerinin yaşaması anlamına geliyorsa, bunun kabul edilebilirliği daha fazlaydı.

O bölgeyi terk edip, güvenli bir yere yerleşmeyi akıl etmek on binlerce yıllarına ve yok olup giden binlerce insanlarına mâl oldu. Bir kaç yüz yıl sonra ise geçmişlerini hatırlamıyorlardı bile. Ama her sene evlerini, hayvanlarını, dostlarını önüne katıp götüren sel felaketinin kim bilir hangi tanrının gazabı olduğunu düşünen bir kutsal adamları hep onlar adına en iyisini bulup çıkaracaktı nasıl olsa.

14 Ekim 2010 Perşembe

Trafikte Cinnet

İnsan, bazen neleri yapıp, neleri yapamayacağını öğreten ve benliğini sınırlayan eğitim sisteminin etkisiyle kendine yeni ve dar sınırlar belirler. Ancak belki bilinçaltı, belki de evren bunun farkındadır.

*** 

Necip'in keyfi, yeni girdiği iş nedeniyle Ankara'nın yoğun caddelerinde ve sokak aralarında oradan oraya direksiyon sallamak biraz yorsa da yerindeydi. Sonuç itibariyle eğitimi ve yılların birikimi boşa gitmişti ancak işsizliğin milyonlarca insanı vurduğu bir dönemde, üstelik ilerlemiş yaşına rağmen iş bulacak kadar şanslıydı işte. 

Sabahtan beri sürdüğü aracı ile yolda giderken, bir an aklına gece televizyonda izlediği Satürn Gezegeni hakkındaki belgesel geldi. Güneş sisteminin 2. büyük gezegeni. Akışkan bir yüzey ve bir o kadar da ilginç olan halkalar. Dünyadan iyi bir teleskop ile bakıldığında bile görülen buz parçacıklarının ağırlıkla içeriğini oluşturduğu o halkalar. Dev gezegen bütün ihtişamıyla neredeyse yanındaymışcasına gözlerinin önünden geçiverdi bir an. Ne kadar da güzel görünüyordu...


Çalan cep telefonu bir anda yeniden dünyaya dönmesine yol açtı. Tanımadığı ve telefonda kayıtlı olmayan numarayı görünce biraz tedirginlik, biraz da merak arasında gidip gelerek, aracı Konya yolu üzerinde bulunan ceplerden birine çekip, çağrıyı cevapladı. 

Telefondaki ses kibar yaşlı bir beyin sesiydi. Bir hafta önceki toplantıyı hatırlatıp, Özgen beye mesajını iletip iletemediğini soruyordu. Özür dileyerek kendisine henüz ulaşamamış olduğunu belirtti. Telefondaki ses "mümkünse Özgen beyin numarasını vermesini" rica edince, hiç düşünmeden, "tabi, bir saniye lütfen" deyip, telefonun rehberinden numarayı bulup söyledi. Yaşlı bey teşekkür edip telefonu kapattı.

"Adama ayıp oldu" diye düşünürken, bir yandan da aracı park ettiği cepten çıkmak üzere sola doğru hareket ettirdi. O sırada arkadan hızla gelen bir aracın şoförü biraz sıkıştığından kornaya sinirlice uzun uzun bastı.
Aklındaki düşünceler dağılırken, "kornaya basabiliyorsa durabilecek durumdadır nasılsa, neden bu kadar sinirlendi acaba bu adam" diye geçirdi.

Öndeki araç garip hareketler yapmaya ve yavaşlamaya başlayınca içinden "çattık yine bir deliye" diye geçirdi. Az sonra bir sıkışıklığın etkisiyle araçlar durunca, öndeki araçtan orta boylu, kel bir adam bağıra çağıra inip Necip'e doğru yürüdü. Camlar kapalı olduğundan mıdır bilinmez, sinirli adamın sesi kuyunun dibinden geliyor gibiydi. 

Sinirli adam, bir yanan elini kolunu deli gibi oraya buraya sallıyor, yuvalarından çıkacakmış gibi duran gözleri ile tehtitkar bakışlar atarak, Necip'e birşeyler söyleyip duruyordu.

Necip, sakince gözlerini kapattı. "Tek istediğim bu heriften kurtulmak ve yoluma gitmek" diye geçirdi içinden. Bir an için, gözleri kapandığında sanki olan her şey çok uzaklarda geçiyormuş gibi geldi. Orada ne kadar öylece gözleri kapalı durdu pek de farkına varmadı ama ne olursa olsun dış dünya ile yeniden yüzleşmesi gerektiğini düşünen Necip, gözlerini yavaşça araladı.

Adam ortalarda görünmüyordu. Aracı ise az önceki durduğu yerde çalışır durumda bekliyordu. Çevresini kolaçan etti, ancak adam ortalıkta görünmüyordu. Kafasını sallayıp "garip" diye düşündü. Daha sonra sola sinyal verip yoluna gitti. İşler onu bekliyordu.

***

Kel adam dikiş iğnesinin deliğinden geçen iplik gibi garip ve zamanı tanımsız, ancak uzun gelen bir anın ardından öfkesinin yerini korku almış bir halde kendine geldi. Müthiş bir ısı kaybının etkisiyle uzuvlarının tamamı özelliklerini kaybetmeden az önce gözlerinin önündeki dev gezegen ve halkalarına donuk ve şaşkın bir bakış atabildi.


   

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Takıldık kaldık elektronik postalara....

Görsel: Sonsuzluğun Eşiğinde
1890 Vincent Van Gogh

Apartmanda posta kutularının yanında orta yaşı yeni bitirip erken emeklilik dönemine girdiği her halinden anlaşılan bir adam sandalyesini çekmiş oturuyor. Sakalları iki üç günlük kirli gri bir çene bandı takmış gibi duruyor. Alnındaki kırışıkları da ekleyince olduğundan beş on yaş daha yaşlı görünüyor.

Biraz tedirgin bir şekilde etrafını süzüyor, bir yandan da çizgili pijamasının oturmaktan çıkmış dizlerine sağ elinin orta ve işaret parmaklarını sıra ile vuruyor, ama ritmik değil aksine biraz da istemsiz ve huzursuz bir tıkırdama. Arada sırada yerinden kalkıp kendi dairesine ait olan 7 numaralı posta kutusunu yaklaşık bir düzine anahtarın şangırdayarak sallandığı anahtarlığının içindeki en küçük anahtarı kavrayarak açıyor ve içini kontrol edip kapağını kapatıp kilidini tekrar kilitleyip yerine oturuyor.

Aynı şehirde bir başka apartmanın 8. katındaki bir dairenin kapısı açılıyor. Kapıdan sabahlığı üzerinde tavşanlı terlikleri ayağında, saçında bigudilerle 19 yaşlarında topluca, orta boylu bir genç kız asansör kapısına doğru seğirtiyor. Çağır düğmesine basarken kırılan tırnağını sinirli sinirli sallayıp, sonra da emiyor. Bir yandan da geciken asansör için hayıflanıyor. Katın alaca karanlığı, resim taramaya yeni başlamış bir fotokopi makinesinin ışığı gibi yukarı çıkan asansörün etkisiyle yavaş yavaş aydınlanıyor. Hışımla açtığı asansörün kapısından içeri dalan gençkız ardından kapının kapanmasını bile beklemeden zemin kat düğmesine basarken bir yandan da ofluyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıp kaybolan katları gözü ile takip ederken bir yandan da pofuduk tavşan terliklerinden sağ taraftakinin topuğuna basıp terliğinin yantarafını asansörün duvarına vurup duruyor. Birden zemin kata ulaşan asansör sert bir şekilde duruyor. Kapıyı elinin ayasıyla itip kendini dışarı atan kahramanımız sola doğru setirtip duvara adeta yapışık gibi duran eskimiş yüzlü metal posta kutularından kendisine ait olanı kullanılmaktan aşınmış anahtarıyla açıp içindekileri dışarı çıkartıveriyor.


Bir sürü fatura, bir süpermarketin kataloğu, lokantaların, sıhhi tesisatçının ve bir de böcek ilaç firmasının ilanları dikkatsiz bir kavrama nedeniyle yere saçılıveriyor. Her iki kahramanımız bu yukarıdaki anlattığım işi aynı gün içerisinde defalarca tekrarlıyor olsalar size biraz garip gelmez mi? İnsan ister istemez yukarıda anlatılan iki tipte, en azından takıntı düzeyinde bir bozukluk arar değil mi? Peki şimdi kendinizi düşünün elektronik postalarınızı aslında çok ta farklı olmayan bir yöntemle takip etmiyor musunuz? Üstelik gelen pek çok postanızda işinize yaramayacak bir çok çöp var. Hani söyle bir iki tanesi dostlarınızdan gelse dert değil. Gruplardan, spamcilerden, reklam gönderen düzgün firmalardan, faturalardan geçilmeyen posta kutunuzu 15 dakikada bir otomatik kontrol etmiyor musunuz gün boyu? Sanıyorum bu boyutu ile hayatımıza başka kötü alışkanlık eklediğimizin farkındasınızdır. Elektronik Posta Bağımlıları için bir terapi var mıdır bilmiyorum ama sanırım bu işin takıntı haline gelip gelmediğini anlamak için kendinize şunları sorabilirsiniz. Günde en az 2 kere hatta çok daha fazla e-posta kontrol ediyor musunuz? Tatilde bile ne yapıp edip elektronik postalarınıza göz atıyor musunuz? Yurt dışında bile olsanız illa bir hot spot veya internetcafe için zaman ayırıyor musunuz? Bilinen belli bir kalıcı hasarı olmasa bile bunun üzerine bir de sosyal ağların alışkanlığını da katacak olursak son derece ciddi bir zaman kaybınızın olduğunu söylemek mümkün. Üstelik kaybettiğiniz zaman hayatınızdan gidiyor... Deli olmayın, bırakın posta kutunuz dolup taşsın, birileri sizi sosyal ağlarda dürtüp dursun. Hayatınızı yaşamayı unutmayın! Kalın sağlıcakla...

Simurg

Simurg, Zümrüd-ü Anka ya da Phoenix olarak isimlendirilen efsanevi kuşlar bana göre aynı adrese çıkan küçük farkları olan bir tür kültürel i...