Bilim Kurgu Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim Kurgu Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2018 Cumartesi

Kendinin Farkında Olan Bir Enerji Türü: İnsan

Aydın, yeni senfonisinin son rötuşlarını yaptı. Yazılım üzerinden orkestra düzenlemesini de bitirdi. Sütlü kahvesinden höpürdeterek, koca bir yudum aldı. Kısa bir hazırlıktan sonra, bisikletine atlayıp, yola çıkmıştı bile. Sabahın beşinde, güneşin ilk ışıklarıyla üniversitenin kapısından geçti. Astrofizikçinin erkenden işe gelmesine alışık olan güvenlik görevlisi kadın, gülümseyerek selam verdi. Kadın, "yıldızlar arası yolculuk yapmak için daha kaç kuşak daha beklememiz lazım Aydın hocam?" dedi gülerek. "Günaydın Leyla" diyerek geniş bir gülümsemeyle cevap verdi genç adam. Çok hızlı gelişme kaydediyoruz ama mesafeler o kadar uzak ki, bu yaz tatili için en iyisi Akdeniz kıyılarını düşünmek diye ekledi. Otomatik biyometrik tanıma sistemi 19 yaşındaki adamın geçiş onayını verdikten sonra, fizik bölümüne doğru pedal çevirmeye başladı Aydın.

19 yaşında sabaha karşı senfonisinin son rötuşlarını yapan bir astrofizikçi üniversite hocası kulağa garip gelebilir. Ancak, son yüz yıl içerisinde yaşanan gariplikleri göz önüne getirince, bu önemsiz bile sayılabilir. 2030 yılının üçüncü çeyreği gibi dünya manyetik kutuplarının değişimi hızlandı. Olaylar sırasında yaşanan güneş patlamasının etkisiyle insanlardan bazılarında ortaya çıkan bir mutasyon oldu. Mutasyon, son derece ilginç bir sonuç verdi. Yeni doğanlardan bazıları ebeveynlerinin tüm yetenek ve bilgisiyle dünyaya gelmeye başladılar. Yeni doğan çocuklar, henüz iki, iki buçuk yaşındayken okuyup yazabiliyor, bir kaç farklı yabancı dili konuşabiliyor, sanat, bilim gibi konularda ana babalarının birikimi ile dünyaya geliyorlardı. Başta otistik sanıldılar. Ancak, daha sonra ortaya çıkan bu değişimin nedeni anlaşıldı. Olanların nedeninin, manyetik kutup değişikliği sırasında, dünyanın manyetik kalkanının onda bire kadar düşen zayıf bir anında yaşanan güneş patlaması olabileceği sonucuna varıldı.

Ortaya çıkan bu yeni dehalar, toplumda ilk başlarda bir miktar korku da yarattı. Zira, bu süper insanların mevcut insan topluluğu için bir tehlike olabileceğini düşünenler oldu. Ancak, bu yetenekli insanların tehditten çok, yeni ufuklar açma konusunda insanlığa yardımcı olabilecekleri bir kaç on yıl içerisinde anlaşıldı. Zaten, normal insanlar gibi temel okul eğitimine ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yeni bireyler, mevcut bilgilerinin üzerine edindikleri yeni bilgiler ile diğer insanlardan bilgice çok daha iyi bir yere hızlıca gelebiliyor, bilim ve sosyal alanlarda çok başarılı oluyorlardı. Üstelik tüm bu yetenek ve kapasitelerine rağmen, toplumda kabul gördüler. Başta bu insanların sayısı tüm dünyada bir kaç yüz bin kişiydi. Bir kaç nesil sonra, sayıca daha da büyük bir çoğunluğa ulaştılar. İşin iyi yanı, tüm öğrenilen yeteneklerin nesilden, nesile aktarılması ile bir bireyin yetenek ve yetkinliklerinin katlanarak çoğalmasıydı. İnsanlık birikiminin büyük bölümünü doğuştan yanında getiren deha bebekler!

Bu durum ister istemez, teknolojik ilerlemeyi körükledi. Sosyal yaşantı da aynı şekilde durumdan etkilendi. Mutasyon baskındı. Yani normal bireyler ile eşleşme halinde, yeni doğanların tümü bu hediye ile dünyaya geliyordu. Böylece insanlık giderek daha bilgili ve yetenekli olmanın yanında, daha da zeki olmaya başladı. En ilginç gelişme, politikacılarda oldu şüphesiz. Giderek daha zeki olan halklar, kendileri gibi yetenekli ve karar mekanizmasında hakkıyla görev yapabilecek yetenekteki politikacıları seçmeye başladılar. Para inancı ve paranın sağladığı güce tapma ihtiyacı da, zamanla ortadan kalktı. Ülkeler birbirlerine olan düşmanlığı ve rekabeti bırakıp, insanlık ülküsü için birlikte hareket etmeye başladılar. Zamanla, devletlerin sınırları haritalarda kalan bir anı haline geldi. Bir kaç yüzyıl içerisinde Dünya, eskisinden çok daha yaşanabilir bir yer haline gelmişti. Anılar, yetenekler gibi ana babalardan geçmiyordu. Ancak, zekadaki yükseliş, geçmişteki hataların tekrar edilmemesi için yeterli oldu. İnsanlık, artık dünyayı kendine cehennem etmiyor, doğayı katletmiyordu, dahası diğer türlerin yok olmasına da neden olmuyordu. Ekonomik üstünlük için birbirini yemeyi bırakan toplumlar bir arada refah ve barış içerisinde yaşamayı sonunda başarmıştı.

Tüm bu değişikliklere sebep olan kozmik rastlantı ve trilyonda bir gerçekleşebilecek bir başarılı mutasyon, Dünyayı değiştirmeye ve daha da yaşanabilir bir yer olmasına yetti. Dahası güneş sistemi yolculukları da mümkün oldu.

19 milyar yıl kadar önce enerjinin maddeye dönüşü ile başlayan yolculuk, bir anda kendinin farkına varan ve aslında ne olduğunu anlayabilen bir memelinin, homo sapiens, yani kamil insanın yükselişi ile taçlanmıştı. Enerji, bir şekilde bilinç kazanmıştı. Şans eseri de olsa, enerji sonunda bu bilgisini nesiller boyu kolayca yeni bireylere hızlıca aktarmanın bir yolunu bulmuştu.

Birikimler ölmez, hep yaşar.

18 Aralık 2015 Cuma

Sirius Tohumları

gaz ve toz...

16 Mayıs 1991 Bolu Abant, Turban Otelinin giriş kapısının az ilerisinde ayaklarını sürüyerek yürüyen 25 yaşlarındaki delikanlı patika yolda durdu. "Mayıs sabahında güneşli Ankara'dan kalkıp neden buralara geldim? Ne işim var bu iç karartıcı yerde" diye düşündü. Ayna gibi göl manzarası harika görünüyordu. Dağların eteklerine kadar inmiş olan bulutlar yer yer yükseklerdeki çam ağaçlarını yalayarak nazlı nazlı hareket ediyordu. Bulutların ardında bir yerlerde güneş vardı elbette ama sabahın sekizi olmasına rağmen alaca karanlık sürüyordu. "Ne işim var benim burada" diye kendi kendine bir kez daha sordu.

"Bulutlar" denildiğinde hep aklına gelen şeyi hatırladı. Gaz ve toz bulutları bir araya gelip, güneş sistemlerini oluşturuyordu. İlkokul çocuğu kafası ile bir türlü gökyüzündeki bulutların ve babaannesinin hiç durmadan süpürüp, temizlediği evindeki tozların nasıl olup da güneş sistemini oluşturduğunu bir türlü kavrayamıyordu.

Bulutlar; ışığı, güneşi kapatan bulutlar, hiç güneş sistemi olurlar mıydı?

İnsanlığın geçmişten geleceğe ilettiği pek çok bilgi gibi bu ilkokul bilgileri de eksik ve eskiydi. Dahası 60'lı yılların sonunda kitabı hazırlayanlar, büyük patlama gibi bir teoriden habersizdi. Ya da evrenin olası 13,8 milyar yıllık varlığından. Buna karşın, evrenin çapının 93 milyar ışık yılı olması nedeniyle büyük patlamanın hiç olmadığı üzerine oluşturulan teoriden de habersizdi yazarlar.

Çocuk kafasında, o zamanlar evdeki süpürülen tozların ve bulutların bir araya gelip de gezegenleri oluşturduğunu ezbere canlandırıyordu işte hepsi o. Ama artık yetişkindi.



Aynı gün gecenin ileri saatinde, aynı patikada buldu kendini genç adam. Canı da sıkkındı zaten, ayağının ucuna gelen taşa şiddetle vurdu. Çarpışmanın etkisiyle, hızla havalanan taş, bir süre uçtuktan sonra otelin duvarında patladı. Çarptığı yerde biraz önce kayanın içinde uzunca bir süre hapis kalmış parçalardan cüce bir dağ oluşmuştu.

Yere düşmüş parçalardan birkaçını eline aldı. Sağlam bir taş gibi duran parçalar ufalanıverdi. Küçük kaya parçası nasıl da paramparça oluvermişti? "Aptal kil parçası seni" dedi.

Sabah dağlardan sis gibi inmiş bulutlar kaybolmuştu. Kafasını kaldırdı. gökyüzünde diğerlerine göre belirgin olarak parlayan bir noktaya takıldı gözü "Sirius" diye düşündü. O zamanlar baktığı o noktada aslında birbirinin etrafında dönen iki yıldız olduğundan da haberi yoktu. Gördüğü, konuştuğu, sevdiği, sevmediği her şeyin aslında yıldız tozu olduğundan da bihaberdi. Aslında yıldız tozlarının da maddeye dönüşmüş enerji olduğunu bir anda anlasa oturduğu koltuktan yer düşerdi. Neyse ki henüz bunları bilmek için çok erkendi.


15 Aralık 2015, Salı, Gecelerden Sirius...

Ruhi, sohbet sırasında Ona, Afrika'da Mali Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan bir ilkel topluluktan, Dogon'lar kabilesinden bahsetti. Bu kabiledekilerin  nesilden, nesile aktararak muhafaza ettikleri bilgileri 1930'da etnolog Marcel Griaule modern dünyaya aktarmıştı. Kabiledekiler dünyanın yuvarlak olduğundan, güneşin etrafında döndüğünden yörüngesindeki uydusu ayın da dünya etrafında döndüğünü bildikleri gibi, Sirius-A ve Sirius-B'nin varlığından haberdardırlar. Bu bilgi ancak güçlü bir teleskobun varlığı halinde edilinebilmektedir (tabi kabilenin ortaklaşa kurup işlettiği bir gözlemevi falan da yoktur ortada). Kabile, üçüncü bir yıldızın varlığından daha bahsetse de bu bilgi henüz kanıtlanamamıştır. Daha ilginci Sirius-B'nin yoğun kütlesinden da haberdardır kabiledekiler. Asıl şapkayı uçurtacak konu ise hayatın tohumlarının Sirius'dan geldiğini söylemeleridir. Ruhi, atalarımızın Sirius'dan gelmiş olabileceklerini düşündüğünü söyler.

3,8 Milyar yıl önce dünyada bir gün...

Hayat başlangıcı hakkında pek çok söylence var. Belki de atalarımız dünyamıza uzaydan geldiler. Ancak gemileriyle değil. Zaten buna gerek de yoktu. Atalarımız zeki canlılar da olmayabilirler. Sirius yıldızlarının çevresinde dönen bir gezegende korkunç bir sonla yüzleşmiş olabilirler. Üzerinde canlıların ve pek tabi bakteri ve virüslerin de yaşadığı bir gezegen, kendisine çarpan dev bir meteor ile üzerindeki tüm canlılığı kaybeder. Ancak ufalanan parçalar üzerinde, uzayın çetin şartlarında hayatta kalmayı başarabilen bakteriler, uzunca bir yol katettikten sonra yollarına çıkacak ilk uygun gezegeni "enfekte" etmek üzere sabırla yolculuklarının bitmesini beklemektedirler.

Hikayenin başında Abant Turban Otelinin duvarında patlayan bir kil parçası vardı hatırlıyor musunuz?


İşte bundan tam 3,8 milyar yıl önce Sirius yıldızlarının parçalanan bir uydusundan gelen yüzlerce ufak tefek kaya üzerindeki kaçak yolcularıyla birlikte güneş sistemimize girdiler. Bunlardan birkaçı da dünyamıza isabet etti. Uzun yol boyunca hayatta kalabilen bazı bakteriler dünyaya uyum sağlayıp uygun ortamda çoğaldılar. Hikayeyi anlatan ben değil miyim? Derim ki: Önce Mars'a düştüler, milyonlarca yıl sonra Marsa çarpıp kayaları uzaya fırlatan bir başka meteorla dünyaya geldiler.

Bu nasıl bilim kurgu öykü? Uzay gemilerine atlayıp gelen uzaylı canlılar nerede?

Aslında ben de, tam olarak da onlardan bahsediyordum. Atalarımız 8,47 ışıkyılı uzaklıktaki Sirius yıldızlarından bir kaç yüz milyon yıl süren bir yolculukla dünyamıza gelmiş olabilirler. Olasılık o kadar düşük ki bu yazıyı öykü yapan da bu düşük olasılık işte. Bakış açımızı geleneksel bilim kurgu öykülerinden daha geniş tutalım sayın okur! Basit olan, kimi zaman çok daha akla yakın olabilir. O kadar mesafeyi aşacak karmaşık bir canlı yerine yaşam standartları çok daha düşükken hayatta kalabilen bir diğerinin (bir bakteri mesela) gelmesi çok daha fazla mümkün.

Dogon'lar...

Hani şu çokbilmiş kabile vardı ya işte onlar. İnsanlık tarihi pekala birkaç büyük unutuş yaşamış olabilir. Büyük yıkımlar nedeniyle, bilginin saklanabilmesi mümkün olmadığından, çoğunluğu unutulmuş olsa da bilgi kırıntıları kalmaz mı?

Disiplinli topluluklardan kalan bireyler, ya da inisiye topluluklar; kulaktan kulağa aktararak Dogon'lar gibi bize: "Nasıl bilebilirler bu ilkelcikler" dedirten bilgi kırıntılarını aktarıyor olabilirler.

Öyküye dönelim biz.

Felaket... 14 Nisan 3564, Salı, Hesap Günü

Dünya tektonik hareketlerin aşırı artması nedeniyle kabukta biriken gücün etkisini göstermesi ile yıllar süren ve tüm kara ve denizlerin etkilendiği 100 yıllık bir depremler dönemine girer. Kimi yerde 7 şiddetinde yaşanan düşük güçlü depremler olsa da, 9 ve üzerini geçen depremler nedeniyle dünya üzerinde insan yapısı taş, taş üzerinde kalmaz. O dönemde 149 milyar olan dünya insan nüfusundan 100 yılın sonunda geriye 300 milyon kişi kadar kalmıştır. Ardından geçen 10 bin yılda insanlar yeniden bir uygarlık kurmayı başarırlar. Aralarında ilkel olarak tanımladıkları bir kabileden garip ama teknolojik gelişmeler ile doğrulanabilen bazı bulanık bilgiler aldıklarında ise şaşırırlar. Örneğin bu kabiledekiler dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü, uydusu ayın da dünyanın etrafında döndüğünü bilmektedirler. Oysa gözlem yapacak hiç bir aygıtları bulunmamaktadır. Sirius'un ise 3 ayrı yıldızdan oluşan bir güneş sistemi olduğundan haberleri vardır. Üstelik de anlaşılması güç bir anlatımla da olsa, hayatın tohumlarının oradan bir yerden geldiğini söylemektedirler. Oysa ses hızını yeni aşmayı başarmış uçan taşıtların gücüyle bile bu yakındaki güneş sistemine gitmek için 200 bin yıl gerekmektedir. Tabi, çoğu gülüp geçerler bu söylenenlere. 100 bin yıl önce yaşadıkları büyük felaketler hakkında ortak akılda kalan söylenceler daha keyiflidir oysa. Çok ileri bir uygarlık, büyük yaratıcının gazabına uğrayıp denizin dibine batmıştır. Tufandan kurtulanlar ise şimdiki uygarlığı kuran atalarıdır.

En Güvenilir Bilgi Saklama Aygıtı...

Tarihi kayıt altında tutan ve bunu sonraki nesillere ulaştırmayı becerecek insan temsilcileri büyük bir iş başarmış olacaklardır. Kitaplar, taşlara kazınmış kitabeler, plaklar, cdler, sabit diskler ve benzerleri (günümüzde pek çoğu kısa sayılabilecek insan ömrü döngüsü içinde parladı ve yok oldu) insanlık tarihi boyunca bilgi koruma işini yapmayı becerdiğini ileri süren teknolojilerin icatları uzun ömürlü koruma ve saklama yapamadıkları için bir gün bunu yapmak yine bizim hafızalarımıza kalacaksa; iletilen bilgiler bozulmuş, değiştirilmiş, deforme olmuş olabilir. Ancak içlerinde az da olsa gerçek bilgi kırıntıları bulunabilir. Tıpkı Abant Turban Otelinin duvarında patlayan taşın arkasından, duvarda kalan iz gibi.



Bizden önce yaşamış ve burada olmamıza neden olmuş atalarımızı saygı ile anarak... (her kim ve neyseler).

25 Kasım 2015 Çarşamba

Karanlıktan Gelen Tehlike


Bir gün karanlıktan bir göktaşı gelip, her şeyi bitirecek mi?

Karanlık Hakimiyetinde Bir Evren

Uzay bizler için büyüklüğü anlaşılması çok zor bir yer. Yirminci yüzyılda insanların bir kaç kez ulaşıp üzerinde kısa bir süre durduktan sonra geri dönebildikleri tek gök cismi ise dünyamızın uydusu ay. Mars'a doğru 5 yıl önce yola çıkması planlansa da ancak 2030'da fırlatılan Falcon Heavy önemli bir dönüm noktası oldu. 2042'ye gelindiğinde 25 koloni Mars'ta yaşamaya başlamıştı. 18. koloniyle birlikte gidenler arasında Arla Çelikter'in amcası ile amcasının eşi de vardı. Zaman zaman onlarla görüntülü mesajlaşmak ve Mars'taki kolonilerin verdikleri yaşam mücadelesini kazanıyor olduğunu görmek Arla'yı keyiflendiriyordu. Genç kızın, Ankara Üniversitesi Astronomi bölümünü kazandığı 2034'de Mars'taki 14 koloninin zor şartlarla savaşı henüz yeni başlamıştı. Okul bittikten sonra, bilim aşkına yenilmiş ve önceleri Kreiken Rasathanesinde daha sonra da yeni inşaa edilen Datça Şenavcı Gözlemevi'nde mutlu bir çalışma ortamında, evrenin derinliklerine birkaç duyu organıyla birden bakıyordu, dinliyordu, adeta karanlığın içerisindeki bir avuç yıldız tozundan her şeyin teorisini yavaş yavaş tamamlıyordu. Ancak ilerleyen günlerde tanıklık edeceği olaylar hayatını değiştirecekti.

Tehdit

Her ne kadar güneş sistemi içerisinde göreli olarak korumalı bir yerde duran bir yer de olsa dünyamız daha önce de karanlıktan gelen tehditler ile yüzleşmişti. Bir gök bilimci için de böylesi tehdit oluşturabilecek gök cisimleri hep ilginç bir alandı. Arla'nın doktorası işte bu türden gök cisimleri üzerineydi. Karanlıktan gelecek tehlike eğer yeteri kadar büyük ve hızlı ise üstelik bir de yolunun üzerinde bir yerde Dünya'nın yörüngesiyle kesişiyorsa aslında fazla yapacak bir şey de kalmayabilirdi. 60 milyon yıl kadar önce dünyaya çarptığında fareden daha büyükçe canlıların tamamının yeryüzünden silinmesine neden olan göktaşı gibi bir başkasının da dünyaya çarpması ihtimali düşük de olsa hala vardı. İhtimal küçük, tehdit ise büyüktü. Mars, insanlığın ilk kolonisi ve belki de hayatta kalma şansını artıracak bir alternatif olma özelliği nedeniyle pek dillendirilmese de bilim insanlarının aklının bir köşesinde yer edinmişti. Bir göktaşı gerçekten de dünyadaki hayatın sonunu getirebilir miydi?

12 Ocak 2042 
Aslında diğerleri gibi sakin başlayan bir kış gecesiydi. Gökyüzü tertemiz Datça semaları da oldukça açık görüş verecek düzeyde yıldızların ışıkları ile aydınlanıyordu. Gecenin bir yarısında gözlemevinin giriş kapısındaki konuşma sisteminden gelen çağrı ile irkildiler. Ses tanıdıktı. Türker heyecanla bağırıyordu. Açın şu meredi bulduğum şeye inanamayacaksınız!

Açılan kapıdan koşarak yanlarına gelen arkadaşları Arla'nın bilgisayarının başına geçti. Nefes nefese, "az önce Bruno derin uzay teleskobundan aldığım şu verilere bakın! Yaklaşık yarım ışık yılı uzaklıkta bir cisim tespit ettim. Eğer bir hata yapmadıysam 2046 gibi ya bize çarpacak ya da çok yakınımızdan geçecek".

Doğrulama

Türker'in bulduğu asteroid ve yörüngesi dünyanın farklı gözlem evleri tarafından da yapılan incelemeler sonucunda doğrulandı. 2042 TU ismini alan C tipi asteroid tüm dünyada uzunca bir süre gündemi meşgul edecekti. Arla ise 2 yıl boyunca asteroidin yapısını inceledi ve neden oluştuğunu çözmek için çalıştı. İyi haber, az miktarda silisyum, genellikle donmuş su içeriyor olması, kötü haber ise boyutunun oldukça büyük olmasıydı. 750-830 metre çapında bir göktaşı dünyaya doğru müthiş bir hızla yaklaşıyordu. Çarpışma gerçekleşirse bunun pek de iyi sonuçları olmayabilirdi. Dünya yeni bir yıkımın eşiğine mi gelmişti? Jüpiter'in etkisi ile yörüngesi sapabilecek gibi de olsa kaçınılmaz çarpışma anı giderek yaklaşıyordu. İnsanlığın ise yapabileceği fazla bir şey yoktu.

16 Eylül 2046

Hesaplanan çarpışma tarihi 16 Eylül 2046 Pazar günü olarak çıkmıştı. Eldeki teknolojilerin hiçbiri ile bu boyuttaki bir göktaşını durdurmak mümkün olmasa da güneşin etkisi ile göktaşındaki su molekülleri ısınıp arkasında uzunca bir kuyruk bırakmaya başlamıştı. Arla, kütle kaybının hesabına göre dünyaya yaklaşırken cismin 16'da 1'inin bu yolla uzaya dağılacağını buldu. Ancak yine de gelen cisim nasıl bir felaket getirecek, bilmek güçtü. Ta ki, dünyaya yeterince yaklaşana kadar.

Arla 5 Ağustos 2045 gecesi 22:43'e kadar Datça Şenavcı Gözlemevinde Bruno derin uzay teleskopu sırasının gelmesini bekledi. Kontrolün kendisinde olduğunu belirten sesli uyarı mesajını alınca teleskopun 2042 TU göktaşına dönmesini ve spektrometresini çalıştırmasını istedi.

Gerçekten de taşın çoğunlukla su içerdiği bir kez daha ancak bu defa daha iyi bir kesinlikle ekranda belirdi. -Kahretsin çarptıktan sonra geride göktaşından bir şey kalmayacak galiba, diye mırıldandı.

Sonuç ekranında birkaç bildik karbon bazlı molekül de sıralandı. İçlerinden biri kırmızı ile belirtilmekteydi. Daha önce dünyada rastlanmayan bu molekül ne olabilirdi? Üstelik molekülün miktarı dikkate alındığında göktaşının genel kütlesine göre yüzde 16,58 gibi bir yoğunluk dikkat çekiyordu. Paylaş tuşuna dokundu. Konu için ilgi belirtmiş tüm bilim insanlarına durumu duyuran bir bilgi iletisi gönderdi. Daha sonra gecenin devamını Datça'nın deniz kenarındaki kahvede, kah yıkık iskelenin siluetini aydınlatan Ayın soluk ışığını, kah Simi (Sömbeki) adasının hayalet gibi dans eden kıyı ışıklarını izledi. Bir sene sonra bütün bu güzellikler kaçınılmaz bir felaketin etkisinde mi kalacaktı?

Bulgu tüm dünyanın bilim çevrelerinde ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı. Ancak bu güne kadar dünyada rastlanmamış ya da üretilmemiş bir molekül yapısının ne olduğu ya da ne tür bir etkisinin olacağı hakkında kimse bir fikir ileri süremedi. Kaçınılmaz çarpışmaya ise haftalar kalmıştı. 12 Ağustos sabahı Arla uyandığında ilk iş olarak Ohio Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Biyokimyacı Raj Suresh Mohinder molekülün yapısının sarin gazını andırdığını ancak daha önce tespit edilmemiş yapının ne tür bir etkisinin olacağı konusunda bir şey dile getirmenin ancak spekülasyon olabileceğine ilişkin mesajını izledi.

Dünyanın Sonu mu?

Akşam üzeri saat 5 gibi Arla bilgisayarın çıkarttığı olası senaryoların karşılaştırıldığı ekrana bakarken umutsuzca tırnaklarını yiyordu. Çarpışmaya sadece birkaç ay kalmıştı. Panik havası yerine dünya genelinde garip sayılabilecek bir dinginlik hakimdi. Borsalar bile durumdan fazla etkilenmemişti. Sanki dünyanın sonu hiç gelmeyecek gibi alıp-satmaya devam ediyorlardı. Aslında belki de böylesi daha iyi idi. 2026 büyük küresel depreminden sonra yaşanan panik ile depremde kaybedilenden çok can ve mal kaybı olmuştu. İnsanlık, eskisine göre çok daha iyi ders alıp, gelecek nesillere miras bırakabiliyordu artık. Ancak, göktaşından sonra geride kalacak nesiller insanlar değil de, fındık faresinden küçük canlılar olabilirdi. Bunları düşünürken kolu kallavi boydaki kahve kupasına çarptı. Yer düşüp kırılan kupa özel kaplama zeminde bir çukur oluşturdu. Dökülen kahve çukuru yavaşça doldurdu. -Al işte, dünyadan önce odanın zemini gitti gümbürtüye. Diye hayıflandı Arla. Türker'in kahkahası havayı rahatlattı. Ardından, "- bizim taşın büyük ihtimalle Hint okyanusunda Nouvelle Amsterdam adası yakınlarına isabet etmesi beklendiğinden Asya ve Avustralya kıyılarını vurabilecek Tsunami ihtimaline karşı, tüm kıyı bölgelerinden 10 kilometre kadar içerilere taşınmaya başlayanlardan daha şanslı olabiliriz. Ama yine de o yerdeki izi tamir ettirmek için üniversiteden ek ödenek almana gerek olmayabilir." deyip göz kırptı. Arla Türker'e dönüp suratını buruşturarak iyi ki bilim adamı olmuşsun. Komedi yapmaya çalışsan izleyicilerin sıkıntıdan kuruyabilirlerdi dedi. Türker, "-Gel sana kıyıdaki balıkçı mezat yerinin yanındaki kahvede çay ısmarlayayım" dedi. Kafasıyla onaylarken Arla, çantasına tabletini attı ve gözlemevinin ön kapısından çıktılar. Yakınlardaki rüzgar enerjisi santrallerinin kanat gürültüsünden başka bir sesin duyulmadığı dinginliğin devam edip etmeyeceğini düşünürken kaskını takıp, Türker'in elektrikli motorunun arkasına binmişti bile.

16 Eylül 2046 Pazar Saat 16:37

Göktaşı artık uzay istasyonları ve bazı uydulardan yaklaşık 10'den beri izlenip dünyanın her yerindeki izleyiciler tarafından an be an takip ediliyordu. Sanki insanlık kendi sonunu bir televizyon programı izler gibi izliyordu. Ekranın başından kalktıklarında kapısı kapalı olan küçük dairelerinin kendilerini koruyabileceği düşüncesi bilinç altlarına yerleştiğinden, sanal bir güven duygusu içerisinde rahat uyuyabiliyorlardı. Arla ve gözlemevi ekibi ise neredeyse son bir haftadır günde birkaç dakika kestirmenin dışında büyük bir çaba ile uykusuz geçiriyorlardı günleri.

Hesaplanan yere çarpacağı kesinleşen göktaşı 16 Eylül 2046 Pazar günü saat Çin Yerel Saati (CST) ile 16:37'de saniyede 68,5 km hızla atmosferden içeri girdi. Olayı gözlemevinin büyük ekranından izliyorlardı. 2 uydu ve bir uzay istasyonu ve 15 kilometrede uçan insansız hava araçları dünyanın sonunu naklen aktarıyorlardı.

Sonunda atmosfere giren göktaşı sarı bir topa dönüştü, anlamıyorum diye mırıldandı Arla, sodyum nereden çıktı? Hemen ardından rengi mora dönünce -HADİ CANIM diye bağırdı. Şimdi de kalsiyum yanıyor! O sırada ekranlardaki boyuta ilişkin göstergeler hızla değişmeye ve göktaşı parçalara ayrılmaya başladı. Şimdi atmosferde yanmaya devam eden parçaların rengi kırmızıya dönmüştü. -Bu iyi işte diye bağırdı Arla. Nitrojen ve Oksijen yanıyor şimdi de. Biraz sonra o koskoca taştan geriye sadece yoğun miktarda buhar kaldı. Birkaç yüz irili ufaklı parçacık yollarına devam edip yolculuklarına okyanusun derinliklerine doğru devam ettiler. Ancak parçalanan dev kayadan geriye pek dikkate değer bir şey kalmamıştı.

Arla ve Türker, ne oldu şimdi bakışlarını yakaladılar o anda. Gerçekten ne olmuştu? Atmosferde yayılan dumanımsı katman Avustralya kıyılarından Tibet'in yamaçlarına kadar büyük yarıçapta bir alanı gri-beyaz bir örtü ile örtmüştü. Ancak birkaç gün içerisinde tüm bu parçacıkların dağılacağını hesaplayabiliyorlardı.

Rahatlamışlardı. Bir yandan da gelen görüntülü görüşme isteklerini yanıtlamaya çalışıyorlardı. Gözlemevi bağıra çağıra konuşan neşeli 6-7 bilim insanının sesleri ile dolmuştu. Bu durum bir kaç gün daha devam etti. Etkileri anlamaya çalışmaları ise daha uzun sürecek gibiydi.

Etki!

Bir ay kadar sonra dünya liderlerinden gelen barışçıl açıklamalar yanında dünyanın çeşitli yerlerindeki yerel çatışmaların pek görülmemeye başlaması Arla'ya ilginç gelmeye başlamıştı. Göktaşı ile ilgisi olabilir mi diye Suresh'i aradı. Suresh ise kendisini eskisinden çok daha iyi hissettiğinden ama nedenini bilmediğinden bahsetti. Bu arada dağılan bulutun tüm dünyaya yayılmış olabileceğinden ancak eser miktardaki yabancı karbon bileşiğine rastlamadıklarından bahsetti. Belki de iyonize olmuştur hepsi diye ekledi. O sırada, Arla'nın gözü yanıp sönen haber ekranına takıldı. -Bunu görmelisin Suresh, bunu görmelisin! diye bağırdı Arla. O sırada çalışma arkadaşlarından Erhan ve Gökçe yerlerinden kalkarak Arla'nın yanına gelip, merakla ekrana baktılar. İsrail yetkilileri bir açıklama yapıyordu. Filistin ile kalıcı barışın sağlandığını ve iki ülke sınırlarının kaldırıldığını, tarafların barışı sürdürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya kararlı olduklarını açıkladılar. Suresh araya girdi, "hey Hindistan'da farklı etnik gruplar arasındaki çatışmalar da bir süredir bitmiş gibiydi, sonunda insanoğlu aklını başına aldı gibi" diye araya girdi. "Arla, tamam eğer başkaca bir etki tespit edersen haber ver olur mu" dedi. Suresh "hey, bu göktaşından mı oldu diyorsun yani?" diye sordu. Arla, "Belki" dedi. Belki!

Türker, içeri geldiğinde yüzü gülüyordu. Aşırı dincilerin azılılarından olan bir grup teröristin nette bir açıklama yaparak, artık kimseye kötü bir yaklaşım göstermeyeceklerini ve tüm dünya insanlarını inançları ya da inançsızlıkları ne olursa olsun, kardeş olarak göreceklerini açıkladıklarını söyledi. Kafasını ekrandan kaldıran Gökçe, bir süredir medyum ve falcıların ortada görünmediklerinden hatta eğlence olarak baktığı fal sitelerinin pek çoğunun kapandığından bahsetti. Arla, "fal sitelerine mi bakıyordun" diye şaşkınca sordu. "Biliyorum, bana da eskisinden daha anlamsız geliyor" diye cevapladı Gökçe. Takip eden günlerde benzeri açıklamalar birbirini kovaladı. Cinayetler ve soygun haberleri ise artık görünmez olmuştu.

Bir kaç ay içerisinde pek çok ülke sınırlarını ve girişlerde belge kontrolünü ve vizeleri belirsiz bir tarihe kadar kaldırdığını açıkladı arka arkaya. Rutin askeri görev ve manevralar ise gereksiz bulunmaları nedeniyle arka arkaya iptal edilmeye ve kaynakları bilimsel araştırmalara ayrılmaya başladı.

Huzur

Göktaşından beri, dünya eskisinden çok daha huzurlu bir yer haline gelmişti. İnsanlar birbirlerine ve doğal çevrelerine karşı eskisinden çok daha anlayışlı ve saygılıydılar. Son birkaç ayda hiç bir çatışma ya da terör olayı gerçekleşmemişti. Bilim dünyası sıradan insanların beyin görüntüleme sonuçlarını incelemeye başladı. Belirgin bir değişiklik bulamadılar. Sadece, amigdala olarak adlandırılan bölümde (*) belli belirsiz bir faaliyet azalması tespit edilebildi. İnsanlar, eskisine göre daha huzurluydu. Pek çok ünlü net sitesi ve televizyon yayınlarında: "Sonunda barışı ve huzuru bulmak için başımıza taş düşmesi gerekiyormuş demek." "Dünyada olmayan barışın uzaydan tepemize inmesi komik oldu." gibi yorumlar yapılıyordu.

...

Görüldüğü kadarıyla küresel bir felaket olması beklenirken, evren Dünya'ya acımış ve ilkel taraflarımızı törpüleyecek bir çözüm getirmişti. Belki de, Cennet gökten dünyaya düşmüştü.

(*) Beynin tehdit anında hızlı tepki vermesini sağlayan evrimin ilk dönemlerinde beynin üst katmanından önce geliştiği düşünülen kısım. 

14 Ekim 2010 Perşembe

Trafikte Cinnet

İnsan, bazen neleri yapıp, neleri yapamayacağını öğreten ve benliğini sınırlayan eğitim sisteminin etkisiyle kendine yeni ve dar sınırlar belirler. Ancak belki bilinçaltı, belki de evren bunun farkındadır.

*** 

Necip'in keyfi, yeni girdiği iş nedeniyle Ankara'nın yoğun caddelerinde ve sokak aralarında oradan oraya direksiyon sallamak biraz yorsa da yerindeydi. Sonuç itibariyle eğitimi ve yılların birikimi boşa gitmişti ancak işsizliğin milyonlarca insanı vurduğu bir dönemde, üstelik ilerlemiş yaşına rağmen iş bulacak kadar şanslıydı işte. 

Sabahtan beri sürdüğü aracı ile yolda giderken, bir an aklına gece televizyonda izlediği Satürn Gezegeni hakkındaki belgesel geldi. Güneş sisteminin 2. büyük gezegeni. Akışkan bir yüzey ve bir o kadar da ilginç olan halkalar. Dünyadan iyi bir teleskop ile bakıldığında bile görülen buz parçacıklarının ağırlıkla içeriğini oluşturduğu o halkalar. Dev gezegen bütün ihtişamıyla neredeyse yanındaymışcasına gözlerinin önünden geçiverdi bir an. Ne kadar da güzel görünüyordu...


Çalan cep telefonu bir anda yeniden dünyaya dönmesine yol açtı. Tanımadığı ve telefonda kayıtlı olmayan numarayı görünce biraz tedirginlik, biraz da merak arasında gidip gelerek, aracı Konya yolu üzerinde bulunan ceplerden birine çekip, çağrıyı cevapladı. 

Telefondaki ses kibar yaşlı bir beyin sesiydi. Bir hafta önceki toplantıyı hatırlatıp, Özgen beye mesajını iletip iletemediğini soruyordu. Özür dileyerek kendisine henüz ulaşamamış olduğunu belirtti. Telefondaki ses "mümkünse Özgen beyin numarasını vermesini" rica edince, hiç düşünmeden, "tabi, bir saniye lütfen" deyip, telefonun rehberinden numarayı bulup söyledi. Yaşlı bey teşekkür edip telefonu kapattı.

"Adama ayıp oldu" diye düşünürken, bir yandan da aracı park ettiği cepten çıkmak üzere sola doğru hareket ettirdi. O sırada arkadan hızla gelen bir aracın şoförü biraz sıkıştığından kornaya sinirlice uzun uzun bastı.
Aklındaki düşünceler dağılırken, "kornaya basabiliyorsa durabilecek durumdadır nasılsa, neden bu kadar sinirlendi acaba bu adam" diye geçirdi.

Öndeki araç garip hareketler yapmaya ve yavaşlamaya başlayınca içinden "çattık yine bir deliye" diye geçirdi. Az sonra bir sıkışıklığın etkisiyle araçlar durunca, öndeki araçtan orta boylu, kel bir adam bağıra çağıra inip Necip'e doğru yürüdü. Camlar kapalı olduğundan mıdır bilinmez, sinirli adamın sesi kuyunun dibinden geliyor gibiydi. 

Sinirli adam, bir yanan elini kolunu deli gibi oraya buraya sallıyor, yuvalarından çıkacakmış gibi duran gözleri ile tehtitkar bakışlar atarak, Necip'e birşeyler söyleyip duruyordu.

Necip, sakince gözlerini kapattı. "Tek istediğim bu heriften kurtulmak ve yoluma gitmek" diye geçirdi içinden. Bir an için, gözleri kapandığında sanki olan her şey çok uzaklarda geçiyormuş gibi geldi. Orada ne kadar öylece gözleri kapalı durdu pek de farkına varmadı ama ne olursa olsun dış dünya ile yeniden yüzleşmesi gerektiğini düşünen Necip, gözlerini yavaşça araladı.

Adam ortalarda görünmüyordu. Aracı ise az önceki durduğu yerde çalışır durumda bekliyordu. Çevresini kolaçan etti, ancak adam ortalıkta görünmüyordu. Kafasını sallayıp "garip" diye düşündü. Daha sonra sola sinyal verip yoluna gitti. İşler onu bekliyordu.

***

Kel adam dikiş iğnesinin deliğinden geçen iplik gibi garip ve zamanı tanımsız, ancak uzun gelen bir anın ardından öfkesinin yerini korku almış bir halde kendine geldi. Müthiş bir ısı kaybının etkisiyle uzuvlarının tamamı özelliklerini kaybetmeden az önce gözlerinin önündeki dev gezegen ve halkalarına donuk ve şaşkın bir bakış atabildi.


   

25 Nisan 2009 Cumartesi

Helinaportal Kaos Makinası - Bölüm 4

Kitap Xantaar elindeki kalın kitabı okumayı bırakıp, iki eli ile hızlıca kapattı. Şaklama sesi ile kapanan kitabın bir ucundan tutup odanın diğer köşesindeki yatağa doğru fırlattı. Ayağa kalkıp pencereye doğru giden Xantaar, dışarıda gecenin bir yarısı olmasına rağmen yoğun bir şekilde akan trafiğe bir süre baktı. “Eğer sapıkca düşünceleri gerçekleştirirsen, şöyle 10-15 kişiyi öldürürsen, yakalanman halinde ceza alıp hapiste kalan yaşantını doldurursun. Oysa bunları planlayıp yazarsan Stephen King gibi meşhur bir yazar olabilirsin. Her şey basit bir tercihle oluyor. Peki, mutlu bir hayat yaşamak yerine, mutlulukla dolu romanlar yazıp, mutsuz bir yaşam sürmek de bir o kadar ahmakca değil mi? Ya görev olduğu için hayatlarını ellerinden aldıklarım nedeniyle bir gün ceza alır mıyım? Kim bilir, yakalanırsam, ama bu hiç de kolay değil.” diye düşündü. Dolaptan çıkardığı pek de taze gibi durmayan birayı açtı. Tekrar köşede duran koltuğa yöneldi. Sağ bacağındaki varisin sızısı canını yaktı bir an. “Kan, insanın bacağını bu kadar mı ağrıtır” diye geçirdi içinden. Aklı kitaptaki vampirlere gitti. “Hangisi daha iğrenç? Kan içmek mi, et yemek mi? Hayal ürünü vampirlerin iğrenç varlıklar olarak görülmesi, bilinç altında et yemenin verdigi garip suçluluk duygusunun bir yansıması olabilir mi?" gibi düşünceler kafasında bir süre dolaştı. Son bir defa ertesi gün yapacaklarını bilgisayarın küçük ekranından inceledi. Ardından kendini koltuğun rahatlığına bıraktı ve uyuyakaldı. --- Uzun uğraşlar sonrası birkaç haftada askeri bir üssün içerisinde güvenli bir yere taşınan laboratuvar, son deneyin şartlarını oluşturup neyin ters gittiğini anlamaya çalışacak olan ekibin sabırsız ve hummalı çalışmasına sahne oluyordu. Üssün içerisinde yer alan büyük uçak hangarı yeniden düzenlenmiş, tüm ekipmanın sığması biraz zor da olsa her tarafı kaplamıştı. Ekiptekiler normal yaşam alanlarından ve günlük eğlencelerinden uzak kalmanın verdiği can sıkıntısına rağmen, en azından hayatlarının her an tehlikede olmaması nedeniyle eskisine göre kendilerini daha rahat hissetmekteydiler. Makineye adını veren Helina da ekibe bütün gücüyle destek vermekte olduğundan işler beklenenden çok daha kısa süre içerisinde bitirilmişti. --- Sonunda deney için tüm şartlar hazır hale getirildi. En kısa süre içerisinde de deney tekrarı için gün belirlendi ve ekip üyeleri tam kadro geri sayıma yetişebilmek için son hazırlıklarına başladılar. Böyle çok çalışılacak bir günün sabahında ekibin neredeyse tamamı saat sabah 6 olmadan işbaşı yapmış hazırlıkları bitirmeye çalışıyorlardı. Xantaar iş tulumu ile 06:30 servisi ile üsse ulaştı. Sabahın alaca karanlığında yeni elemana pek dikkat eden olmamıştı. Üssün kapısında araç durdu. Diğer çalışanlarla birlikte Xantaar da araçtan inip nizamiyeye yöneldi. Kapı girişindeki parmak izi tanıyıcı ve iris tanıyıcılı kimlik sistemi daha önceden Xantaar'ın verilerini kaydetmiş olduğundan ilk tanılayıcı sistemi geçip ses güvenliği için mikrofonun bulunduğu, giriş ve çıkışı içeri gireni hapsedecek şekilde kurşun geçirmez camlardan yapılmış odacığa geçti. Bilgisayar: “Ses tanımı için adınızı ve soyadınızı söyleyin” komutunu verdiğinde Xantaar mikrofona doğru dönerek, oldukça temiz bir Türkçe ile “Akın Günel” dedi. Sistem: “Algılama başarısız lütfen yeniden deneyin” şeklinde karşılık verdiğinde, 120 kiloluk dev cüsseli adam boğazını temizledikten sonra sözlerini tekrarladı. “Akın Günel” saatler gibi geçen bir iki saniyeden sonra sistem: “Kimlik doğrulandı, iyi günler” dediğinde açılan cam kapıdan içeriye süzülür süzülmez güvenlikte çalışan görevli ile gözgöze geldi. Görevli: “yeni temizlikçi sensin sanıyorum, karşıdaki binanın alt katında 1004 numaralı odaya git. Malzemeler orada, hadi kolay gelsin” dedi. Xantaar teşekkür edip binaya yöneldi. --- Deney hazırlıkları sürerken, deney alanı içerisinde bir parçası daha önce bir şekilde kaybedilmiş olan kupa Ergir Hocanın "altar" diye adlandırdığı kürsü benzeri platformun üzerinde durmaktaydı. Ergir Hoca, son alınan ayar değerlerini bir kere daha denetledikten sonra, bilgisayarda gerekli ayarları girmeye başladı. İçeride iki yardımcısı Hacer ile Tünay, Ergir Hocaya yardım ediyorlardı. Diğer personel izleme odasında herşeyin doğru olup olmadığını ve son denemedeki şartların tamamının sağlandığını anlamaya çalışıyorlardı. Xantaar, içeride yakındaki binada temizlik odasının havalandırma boşluğundaki daracık ama kimsenin rahatsız edemeyeceği bölümde ağ kablolarından uygun olan birine elindeki cihazın özel probunu kuple etti. Yüklü yazılım, birkaç deneme sonrasında sistemin içerisine girmeyi başardı. Gerekli ayarlamadan sonra Xantaar duygusuz bir şekilde ekrana bakmakta olan gözlerinin arkasındaki beyninden "bu defa yarım kalan işini bitireceğini" geçirdi. Ekrandaki yanıp sönmekte olan kırmızı işarete koca elinin kalın işaret parmağıyla dokundu. Ercan ekrandaki garip ve bir o kadar da inanılmaz boyuttaki enerji birikiminin nerden geldiğini anlamak için sesli çağrı sistemi üzerinden içerde çalışmakta olan Ergir hocaya seslendi. - Hocam, enerji seviyesinde garip bir artış var, siz mi oynuyorsunuz? Ergir hoca: - Hayır dur bir de ben bakayım diye cevap verdi. Hemen ardından içeride çalışmakta olan bilim adamlarını gösteren monitörler karardı. İzleme odasından koşar adımlarla içeri giren laboratuvar personeli içeride kimseyi bulamadı. Koridorda ise baygın bir şekilde yatan Nelin'i buldular. --- Ergir hoca, monitörde izlemekte olduğu garip enerji seviyesinin bir anda giriş değerlerine düşmesine şaşırdı. Haberleşme sisteminden içeriye seslendi. - Çocuklar ne oldu? Burada birşey okunmuyor. Hacer elindeki nesneyi Ergir hocaya uzatırken, titrek bir sesle: - Hocam sizce bu nasıl oldu? diye sordu. Elinde az önce altarın üzerinden aldığı tam ve tek parça halinde bir beyaz porselen kupa duruyordu. --- İçeriye koşan Tünay az sonra geri döndü. Hocam, gitmişler! Tüm üs bomboş. Bizimkiler de izleme odasında değiller. Aletlerin hiç biri çalışıyor gibi görünmüyor. Ne oluyor anlayamadım. Ergir Hoca söylenenleri dinlemekten çok elindeki kupaya şaşkınlıkla bakmakaydı. Ağzından "sanıyorum biri birşeyleri kurcalamış olmalı" kelimeleri döküldü. Hacer, "iyi de bu kadar insan bir anda nereye gitti peki?" diye sordu. Ergir Hoca: "hiçbir yere, her şey ve herkes yerli yerinde ama korkarım kupanın kayıp parçasının başına gelenler bizim de başımıza geldi" dedi. Hacer: "Şansımız varmış en azından tek parçayız" lafını tam bitirmişken, Ergir Hoca: "Cihazların hiçbiri çalışıyor gibi görünmüyor, her ne olduysa tersine çevirmemiz ancak bu sistemi ayağa kaldırmamıza bağlı" dedi. O sırada odadan içeri Helina girdi. Odadaki üç kişi önce birbirine sonra da içeri süzülen kadına şaşkın bir bakış attılar. Helina: - Anlamıyorum Nelin bir anda nereye kayboldu? İzleme odasına gidiyorduk, sadece 3 adım ilerimde yürürken bir anda yok oldu. Sanırım bayılmışım, daha sonra izleme odasına, hatta kafetaryaya baktım ama kimseler yok. Ne oluyor? Ergir Hoca: - Birisi bir şekilde Helinaportal Kaos Makinesini çalıştırmış olmalı. Bunu her kim yaptıysa önceki deneye göre en azından 15 kat daha güçlü bir enerji kullanmış olmalı. Makinelerin çalışmaması da bundan sanıyorum. Hacer: - Haklı olabilirsiniz, ancak enerji miktarının çok daha fazla olduğunu sanıyorum tüm üssün içindekileri yok etmek için bundan çok daha fazlası gerekmez mi? derken bıyıkaltından gülüyordu. Helina: - Biri burada ne olduğunu bana anlatsın endişelenmeye başlıyorum dedi. Hacer, - Kaybolduk ama fazla uzakta değiliz. Sadece milyarlarca alternatif gerçeklikten birindeyiz. Tek yapmamız gereken kendi gerçekliğimizi bulmak. Helina, “Of, söylediğin durum gerçekleştiyse milyar sayısı iyimser bir tahmin olur. Acilen şu aletleri çalıştırmamız gerekiyor” dedi. Diğer iki bilim adamının yanına gidip ne yaptıklarına bakmaya başladı. Saatler süren uğraşları işe yaramamıştı. Tünay içeriden bağırdı. “en azından meşrubat ve bisküvi makinelerini çalıştırmayı becerdim bozukluğu olan var mı?" --- Xantaar üssü terk etmek için soğukkanlıkla nizamiyeye yaklaştı. Biyometrik tarama sistemi göz ve yüz haritasını onaylayıp kapıyı açtı. Nizamiyede görevli dışarı çıkan temizlikçiyi farketti, ancak sistem sorun göstermediğinden birşey yapmadı. Yavaş yavaş uzaklaşan Xantaar belli belirsiz cebindeki tablet PC'ye iki ufak şaplak vurup gülümsedi. Bu defa tüm sistem verileri cebindeki cihazdaydı, üstelik Ergir Hocayı ortadan kaldırma görevi de başarı ile sonuçlanmıştır.

18 Mart 2009 Çarşamba

Helinaportal Kaos Makinesi - Bölüm 3

Ölümün Nefesi Albay Okan, bir an kapıdaki nöbetçi ile göz göze geldi. Uzun bir gece olmuştu. Orta boylu, 40 yaşlarında, küt kesilmiş saçları kısmen kulaklarını örten bayan doktora dönerek, - Ne zaman kendine gelir? dedi. Doktor gözlük camlarının üzerinden bakarak: - Bu kadar dayanıklı olmasa, sanırım çoktan defin hazırlıklarına başlamış olurdunuz. Maruz kaldığı zehir, merkezi sinir sistemini etkilemiş ve geçici felce neden olmuş. Zamanında müdahale edilmeseydi hiç şansımız olmazdı, çünkü felç solunumu durdurmuştu. Getirildiğinde durmuş olan kalbine birkaç kez müdahale ederek yaşama döndürebildik. Kısa bir süre sonra kendisini görebilirsiniz. Doktorun verdiği bu cevap tüm yorgunluğuna rağmen albayın yüzünde bir aydınlanmaya neden oldu. - Türkiye'nin çok önemli bir bilim adamını, benim de bir dostumu kaybetmeme çok az kalmıştı hanımefendi. Sayenizde bu kötü kaderi yendik. Size teşekkür ederim. *** Birkaç saat sonra hastane odasının kapısı açıldı. İçeri giren, sarışın, renkli gözlü, uzun boylu kadının yüzünde endişe vardı. Ancak yatağında doğrulmuş keyifle kahvaltı etmekte olan Ergir Hoca'yı görünce rahatladı. Gülümseyerek, Kuzey Avrupa aksanlı İngilizcesiyle konuşmaya başladı: - Dünyanın beklemediği bir gelişmeye imza attın Ergir, ancak benim asıl beklemediğim seni hastanede bulmaktı. Oysa bu gün İsviçre'dekiler senden bir telekonferans kopartabilmek için beni bile aradılar. Ama tabi üzülsem mi, sevinsem mi bilemiyorum. Sahi, beni bu işe nasıl karıştırdın? Hayatımdan ne zaman tamamen çıkacaksın bilmiyorum be adam. Az daha kendini öldürtüyordun. Senin neyine gerek, karanlık güçlerin ilgisini çekecek buluşlar yapmak? Az daha kalp krizi geçirecektim. Başına gelenleri duyunca gene dayanamayıp bunca yolu boşverip geldim. Ergir Hoca gülümseyerek dinlemekte olduğu kadına: - Helina! Sonunda seni görmek ne güzel. İnan hiç değişmemişsin. Fizik dünyasını karıştıracak bir buluşa adını verdim, sense karşıma geçmiş dır dır ediyorsun. Yanıma gel de, az kalsın postu deldirecek olan eski kocana kocaman bir geçmiş olsun öpücüğü ver bakalım. Kısa bir sarılma faslından sonra. Helina ayağa kalkıp yeniden sorularını sıralamaya hazır bir edayla konuşmaya başladı: - Nasıl oldu da adımın arkasına "kaos" ekledin? Neyse bunu bir kenara bırakalım. Daha önemlisi, bir an önce deneyi yenilemelisin, tanıdığım birini kaybetmek istiyorum! Bu sözlerin üzerine Ergir meşhur gevrek kahkahasını patlattı. Helina: - İçimde bir süre üst seviyede korunacaksın gibi bir his var. Yanına girebilmek için o kadar çok denetimden ve sorgudan geçtim ki. Ancak devlet başkanları bu derece korunur. Aslına bakarsan, şu son bir iki günde gerçekleşenlere bakınca insan bu yaklaşıma hak veriyor. Dünyanın en değerli beyinlerinden biri haline geldin. Sanırım bir kaç gün daha burada kalman lazım. Daha sonra çalışmalarını gözden geçirmen gerekecek. Sakın kıskanıyorum sanma ama neden bu kadar önemsiyorlar bu yaptıklarını anlamıyorum. Ben her ay bir iki kupa düşürüp kırarım, sen yarım bir kupa ile meşhur olmayı hakediyor musun bilemiyorum. Üstelik milyonlarla ifade edilen bir fonu da harcaman cabası. Karşılıklı gülüşmelerle, kavgalı ayrılan eski eşler gibi değil de, eski iki dost edasıyla sohbetleri sürdü. *** Albay Okan, kapıyı çaldıktan sonra içeri girdi. Helina'yı nazikce selamladıktan sonra Ergir Hoca'ya dönerek. - Size bir teklifim olacak. Projenizin geldiği nokta ve olası yeni olayları önleyebilmek için laboratuvarınızı ve ekibinizi, bizim sizleri rahatça koruyabileceğimiz bir yere taşımamız iyi olacaktır. Bu konuda ne düşünürsünüz? Eğer sizin için de uygun olursa hastaneden çıkmadan bu taşınma olayını halledebiliriz. Ergir Hoca: - Albayım, daha birkaç gün önce değersiz bir kupanın yarısını yok ettim diye az kalsın öldürülüyordum. Aslında teknik olarak öldüm de. Bundan sonra yapabileceklerimizi düşünürseniz böyle bir korumaya benim ve ekibimin ihtiyacı olacaktır. Bu arada bu işin sorumlusu kim veya kimler buldunuz mu? Albay Okan: - Bunun üzerinde çalışıyoruz. Dilerseniz daha uygun bir zamanda durumu aktarır bilgilendiririm sizi. diyerek kestirip attı. Kibarca Helina ve Ergir Hoca'yı selamladıktan sonra: - Taşınacak koca bir laboratuvar beni bekliyor. Neyse ki, ekibinizdeki gençler bu işte yardımcı olmaya çok isteklilerdi. Sanırım fazla zorlanmayız. Albay odadan çıktıktan sonra Helina da izin istedi. - Ekipte eksik kalmasın. Ben de adımı verdiğin projeye katkıda bulunabilmek için can atıyorum. Sen bir süre daha dinlen bakalım... dedikten sonra odadan ayrıldı. *** Birkaç yoğun geçen saatin ardından laboratuvardaki tüm malzemeler ve aygıtlar yüklenip kendilerine ayrılan karargahtaki büyük binaya taşındı. Tüm ekip canla başla çalışarak ekipmanı kurup çalışır hale getirdiler. Artık hepsi aynı karargah kompleksinin içerisinde yer alan lojmanlara yerleştiklerinden, dinlenmek için evlerine dağılmaları zor olmadı. Bir sonraki büyük güne hazırlıklar tamamlanmış, Ergir Hoca'nın gelişini beklemek kalmıştı. *** Xantaar, kucağındaki bilgisayarından az önce gelen mesajı içine sindirmeye çalışıyordu. Görevi yerine getirmekteki ustalığına rağmen başarısız olması yetmezmiş gibi, Türkiye'deki tüm güvenlik kuvvetleri kendisini arıyor olabilirdi. Mesajda, görevin kendisinden alındığı, bir an önce Türkiye'den ayrılması gerektiği yazılıydı. Sinirle bilgisayarı kucağından alıp karşıdaki iki kişilk yatağın üzerine fırlattı. Kafasında, "bu kadar kolay değil, bu kadar kolay vazgeçmeyeceğim. Bu iş artık kişisel bir ödeşme meselesi haline geldi" düşünceleri dolaşıyordu. Devam Edecek...

26 Ocak 2009 Pazartesi

Helinaportal Kaos Makinası - Bölüm 2

Bölüm 2 Xantaar Duvardaki televizyona bağlı taşınabilir bilgisayarından aldığı mesajı içine sindirmeye çalışıyordu. 2 gün önce üstlerinden aldığı emirle yıllar önce 15 yıl yaşadığı Türkiye’ye dönmüştü. 70 yaşlarında esmer, saçlarının büyük bölümü dökülmüş, 1.90 boylarında 120 kilo kadar gelen karizmatik görünümlü bir adamdı. Birlikte çalıştıkları ona Xantaar diyordu. Yıllardır kullanmadığı gerçek adını ve milletini neredeyse unutacaktı ama yaşlanan beyni eskileri daha dün gibi hatırlıyordu. İçindeki sızı onu günden güne güçlendirmiş. Hırsı ise onu güçlü ve zinde tutmuştu. Bolivya’da son işinin üzerinden fazla geçmemiş olmasına rağmen, Kamboçya’daki evinin keyfini fazla çıkartamadan kendini burada bulmuştu. Türkiye bu akşam "anlaşılmaz olaylar yaşayacak" diye geçirdi içinden. Eşyalarını toparladı elindeki 1,5 litrelik plastik yağ şişesine bavulundan çıkardığı ilaç tomarından iki mavi-beyaz tableti atıp kapağını kapattıktan sonra şişeyi kuvvetlice salladı. Çantasına koyduğu şişe ile otel odasından dışarı çıkarken sızlamakta olan bacaklarına aldırmadı. *** Ergir Hoca az önce yaşadıkları buluş keyfinin verdiği rehavetle arabasına bindi. Henüz birkaç aylık olan araba hala yeni araba kokusunu kaybetmemişti. Hibrit arabanın konsolundan güvenlik kodunu girdi ve güç kaynağı ile ilgili seçenekler çıktığında, elektriği seçip hareket etti. Verimli çalışan, güncellenip kuvvetlendirilmiş Wankel motoru da seçebilir ya da otomatik motor seçeneğine dokunabilirdi ama karbondioksit emülsiyonuna fazladan katkıda bulunmak istemiyordu. Son yirmi yılda ortaya çıkan ısınmanın sadece ineklerden kaynaklanmadığını biliyor ve bu hassas konuda elinden geleni yapıyordu. Ankara'nın 50 kilometre kadar ilerisinde Temelli'deki evine giden Eskişehir yolunun girişine kadar arabasını kendi sürdü. Anayola ulaştığında araç yönetim sisteminde bulunan seçenekler arasından "ev" yazanı bulup üzerine dokundu. Ardından eğlence seçenekleri arasından her zaman yolculuğa çok uygun olduğunu düşündüğü James Last orkestrasını arayıp buldu. Rocky filminin müziğinin üzerine dokunup arabanın içine yayılan ses ziyafetini başlattı. Bir yandan da Fizik dünyası için ne kadar önemli olabilecek bir gelişmeye imza attıklarını düşündü. Evrenin dengesini etkileyen en önemli kuvvetlerden birini nasıl etkileyebileceklerini bulmuşlar mıydı acaba? Kupanın haline bakılırsa büyük ihtimalle maddeyi birleştiren atomların bir arada durmalarını sağlayan kuvveti değiştirebilmişlerdi. Askerlerin istedikleri silah da yan ürün olarak ortaya çıkmıştı. Bunun anlamı çok açıktı. Ar-Ge faaliyetlerini uzun bir süre daha sürdürmeye yetecek fon için artık daha fazla çabalamaya gerek kalmamıştı. Fizik hakkında bilinen pek çok şey etkilenecek, belki de "Ekipçe Nobel Fizik ödülünü almayı becereceğiz?" diye düşünmek keyfinin daha da çoğalmasına yetti. Ardından arabanın konsolundan proje sunucusuna erişip makalesi ile birlikte deneyin sonuçları hakkında fikir verebilecek olan dosyaları CERN’den tanıdığı ve güvendiği parçacık fizikçilerinden oluşan gruba gönderdi. Araba kalabalık trafiğin hızla hareket etmekte olduğu yolda seyrederken "Deneyi ve sonucunu gördüklerinde oturdukları yerden fırlayıp düşecekleri" fikri ise için için gülmesine neden oldu. Fizik tarihinde önemli bir adım bu gün Ankara’da atılmıştı. En komik olanıysa bu gün yaptıkları buluşa verdiği isimdi. "Helinaportal Kaos Makinası". Dayanılmaz bir evlilik de yaşamış olsalar Helina en azından bu kadarını hak ediyordu. "Onun gibi bir kadın gerçekten Kaos makinesine verilecek en iyi isim olmalı" diye düşünmekten kendini alamadı. — Ertesi sabah mesajı aldığında ne yapacak gerçekten çok merak ediyorum, diye kendi kendine konuştu ve ardından da gevrek kahkahasını bastı. Sonra düşüncelerinden kurtulup, kendini müziğin ritmine bıraktı. Bir süre yol aldıktan sonra yanından geçen arazi tipi bir araç biraz ileride sağa doğru şerit değiştirerek Ergir hocanın arabasının önüne geçti. Ergir hoca öndeki arabanın ışıklarını neredeyse ön camına kadar yaklaşmış hissine kapıldı. Ergir hoca, önden giden arabayı bir süre daha merak eden gözlerle takip etti. Ancak neredeyse arabasının otomatik olarak hızını azaltmasına neden olacak gibi giden öndeki araba aniden emir almışçasına hızlandı ve diğer araçların arasından sıyrılıp ufukta kayboldu. Havalandırmadan sızan yanmamış benzin kokusu ise fazla dikkatini çekmedi. Araç hızla yoluna devam ederken bir süre sonra hoş bir rahatlama hissetti. 35 dakika kadar sonra araç oturduğu sitenin girişine ulaştığında profesörün bedeni çoktan kaskatı kesilmişti. Derisinin rengi soluklaşmış, gözlerinin bebekleri büyümüş ve suratı şaşkın bir ifade takınmış gibiydi, ölümün soğuk ifadesi. Girişteki güvenlikçi, her zaman durup, hatır soran profesörün neden yavaşça geçip gittiğini anlayamadı. Ancak merakını yenemeyip az önce ileride park etmiş olan arabanın yanına yaklaşıp camdan içeri bakınca içi ürpererek durumun farkına vardı. Kapıyı açmaya çalıştı ama kitliydi. Duraksamadan telefonuna sarıldı... *** Tünay en az diğer ekip üyeleri kadar keyifliydi. Hacer dışında tüm ekip üyeleri arabalarına atlayıp gitmişti. Yalnız başına binanın ilerisinde dikilen Hacer'e seslendi. — Hayırdır, sen neden hala buradasın? Hacer gülümseyerek cevap verdi: - Bugün arabama binmek istemedim. Taksi bulup dönmeyi düşünüyordum. Bunun üzerine Tünay "İstersen seni bırakayım" dedi. Hacer kabul etti ve birlikte arabaya bindiler. "Eryaman'da oturuyordun değil mi?" diye söze başladı Tünay. Evet, yeni yapılan "Sunar Konaklarında" dedi Hacer. Güzel kızın yumuşak ve kadınsı yüz profili dışarıdan sızan ışıkta belirginleştiğinde Tünay derin bir nefes aldı. Tam konuşmak için ağzını açacaktı ki... — Bir yerlere gidip bu günü kutlayalım mı, çok yorgun değilsen, diye sordu Hacer. Tünay afallamakla birlikte aylardır yapamadığı girişimin Hacer'den gelmesiyle rahatlama hissetti. "Geçen sene hep beraber Ercan'ın yaş gününü kutladığımız bara gidelim." dedi Hacer. 15 dakika sonra Tandoğan'daki otelin kapısından içeri girip üst kattaki bara varmışlardı. Hacer bara oturup barmenden bir Martini Bianco istedi. — İçine iki yeşil zeytin istiyorum kalan zeytinleri de bir servis tabağına koyup buraya bırakabilir misin? Ha bir iki de kürdan diye ekledi. Barmen başı ile olumlu yanıtladıktan sonra Tünay'a döndü. "Aynısından." dedi Tünay. Hacer, "Emin misin? Nazik olmak için daha önce "ilaç tadında" dediğin bir içkiyi ısmarlamana gerek yoktu." dedi. "Sen seviyorsan ben de seviyorum" deyiverdi Tünay, genç kızın gözlerinin içine bakarak. *** Otel odasının kapısı şiddetle yumruklandı. Ani uyanmanın verdiği kalp çarpıntısı ve engellenemeyen titremeye rağmen Tünay'ın gözü önce yanında benzeri bir şaşkınlıkla yatakta doğrulmuş olan Hacer'e daha sonra da komidinin üzerinde duran saate ilişti. 03:42. Kapının ardından kendinden emin, ancak pek tehditkar olmayan bir ses duyuldu: -Tünay bey açın, ben Ulusal Güvenlik'ten Yüzbaşı Ümit Yücelen. Kapıyı aralayan Tünay, "Ne oluyor? Pek müsait değilim." diye gevelerken. 30 yaşlarındaki yüzbaşı, sakin olun, sizin ve Hacer hanımın güvenliğin sağlamak üzere görevlendirildim. Hızlı hareket edersek sizi ekibimizle birlikte yakınlardaki güvenli bir yere götürebiliriz. Profesör Ergir ÇAĞDAŞ’a saldırılmış. –Ne oldu, durumu nasıl, diyerek kapıya yönelen Hacer’i yukarıdan aşağı şaşkınca süzen yüzbaşı, - Acele edin nasıl bir tehdit ile karşı karşıya olduğunuzu bilmiyorsunuz, dedi. Kısa sürede hazırlanan ikili kendilerini bekleyen 4 kişi ile birlikte servis asansörünü kullanarak garaja indiler. Aşağıda kendilerini sivil plakalı yeni bir karavan bekliyordu. Hızla bilinmeyen bir yöne hareket ettiler. *** Ercan, Laboratuardan çıkmadan önce tüm sonuçları içeren dosyayı Albay Okan'a gönderdi. Yarın çok protokol işimiz olacak diye düşünürken belli belirsiz sırıttı. Bir yandan da aynı deneyi tekrar yapıp aynı sonucu alıp alamayacaklarını düşünüp biraz endişelendi. Ama ne olursa olsun eve gidip dinlenmekten başka bir düşüncenin kendisini meşgul etmesine izin vermeyecekti. Diğerleriyle birlikte dışarıda buldu kendini. Serin bir ilkbahar akşamında gökyüzü tertemiz ve bulutsuzdu. Pırıl pırıl parlayan samanyoluna bir an gözü takıldı. Ne muazzam bir enerji diye düşündü. Saman yolunun içinde sıradan bir toz zerreciğinin üzerinde yaşayan insanlık sonunda tüm evrenin varlığının asıl sebebini anlayacaktı. Ayaklarındaki yorgunluk ağrısı düşüncelerini unutturdu. Eve vardığında üzerindekiler koridorda çıkartıp kendini duşa attı. Duştan çıktıktan az sonra kapısı çaldı. Gelen karşı komşusu Güner’di. -Nerede kaldın oğlum kızlar geleli neredeyse 2 saat oluyor. Bak, unuttum deme, bunu ayarlamak için 4 gündür uğraşıyorum. Manyak bir gece olacak dedi. Ercan doğal olarak film gecesini unutmuştu. Fazla uzatmadan. -Tamam ne olur sen az daha oyala onları giyinip geliyorum dedi. Aceleyle çıkarken telefonunu almayı unuttu. Karşı kapıyı çaldığında neyle karşılaşacağını bilmeyen ilkokul öğrencilerinin heyecanı ile kalbi hızla atıyordu. İçeri girdiğinde birbirinden çekici iki hanımı gördüğündeyse heyecandan titremeye başlamıştı bile. *** Nelin laboratuardan çıkar çıkmaz arabasına ilk ulaşandı. Hızla yola çıktı ve peşinde birileri var mı diye kontrol ettikten sonra yakınlardaki karargâha doğru sürdü arabasını. İçeri girdiğinde her zamanki gibi kendisini bekleyen üç yüksek rütbeli ancak adlarını bile bilmediği subaya günlük raporunu verdi. En sağda oturan subay Nelin daha sözlerini tamamlamadan yerinden kalkarak aceleyle dışarıya çıktı. Karşısındaki 40 yaşlarındaki babacan tavırlı olanı, -Bu seviyeye gelmiş bir proje için biraz kaygılanmamızı doğal karşılayın lütfen. Tedbirli olmak daha sonra geri döndürülemeyecek olaylara üzülmekten iyidir, dedi. Nelin şaşkın bir sesle, "anlıyorum, şimdi evime gidebilir miyim az sonra sevdiğim dizim başlayacak kaçırmak istemiyorum" dedi. Babacan tavırlı subay, "tedbirlerden biri de bu geceyi burada güvende geçirmen olur Nelin, merak etme konuk odamızda her türlü konforu ve tüm dünya dizilerini seyredebileceğin eğlence sistemini bulabilirsin" dedi. Nelin, istemeden de olsa işlerini bilen bu beyleri dinlemenin akıllıca olacağını bildiğinden itiraza yeltenmedi. "Teşekkürler" diyerek odadan çıktı. Kapıda bekleyen onbaşı Nelin’e odasına kadar eşlik etti.

22 Ocak 2009 Perşembe

Helinaportal Kaos Makinası - Bölüm 1 (devamı)

Önceki Kısımdan devam... Yaklaşık onbir saat'ten beri beş kişiden oluşan ekip hararetli bir şekilde deney sonuçlarını gözden geçiriyordu. Ercan sonunda isyankar bir sesle "ben bir kahve içeceğim isteyen varsa söylesin" dedi. Siparişleri aldıktan sonra da laboratuvarla gözlem odasını ayıran koridorun sonundaki kahve makinasına yöneldi. Hacer, yarım saatten uzun süredir kucağında kurcalamakta olduğu ince tablet bilgisayardaki hesaplamaların dökümünü bir kez daha kontrol ettikten sonra arkada çalışan Ergir Hoca ve ekibindeki Nelin ve Tünay'ı irkiltecek bir ses tonuyla bağırdı. "off yaa, bu kadar saat nasıl oldu da farkına varmadık anlamıyorum". Ergir hoca merakla, "nedir farkına varmadığımız?" diye sordu. Tam o sırada Ercan elindeki karton tepsi ve üzerinde 5 bardak kahve ile içeriye girdi. Bir yandan da "iki dakika çıktım arkamdan neler çeviriyorsunuz" diye takıldı. Hacer derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı. "Öncelikle, beceremedik!". Ardından soluk soluğa anlatmaya başladı. -Biliyorum böyle söyleyince biraz salakça gelecek ama, kupanın eksik parçaları aslında eksik falan değil. Evrenin diğer köşesine de ışınlandığı yok... Kadın bu sözlerin ardından ciğerlerinde kalan tüm havayı boşaltır gibi yaptı ve omuzlarını çökertti. Günler geçmiş gibi gelen kısa bir sessizliğin ardından... Odadakiler rahatsızca kıpırdandılar. Ergir hoca "eee nasıl açıklamayacak mısın?" dedi. Hacer ellerini öne dua eder gibi uzatıp sözüne devam etti. - Yanılıyor olamam, defalarca kontrol ettim. Bu kupanın kütlesinde herhangi bir değişiklik olmamış. Nasıl oluyor bilmiyorum ama kupanın tamamı burada, her ne kadar önemli bir parçası yok olmuş gibi görünse de aslında hala orada duruyor. Elimizi uzatıp eskiden kulpun devamında olan yüzeye şu anda dokunamıyorsak da orada duruyor işte. Ercan kahvesinden aldığı yudumu dilini ve ağzını yakmamak için ağzının içinde bir iki kere dolandırdıktan sonra, -Hadi canım hepimiz ortaya çıkan enerji patlamasını gördük. Maddeyi enerjiye çevirdik işte madde ve antimadde bir araya geldi ve ortaya çıkan enerji az kalsın gözlerimiz kör ediyordu. Tünay bir yandan keçi sakalını sıvazlarken, diğer yandan ortaya atılıp Ercan'ın yanına geldi. Ukala bir tavırla Ercan'ın suratına doğru yaklaştı ve sırıtarak: - Kardeşim bir şey gözünden kaçıyor. Evet, büyük bir parıltı gördük, ama bu kadar enerji ortaya çıkmasına rağmen kupa hiç bir yere savrulmadı. Laboratuvarın hiç bir yerinde yanık izi ya da kokusu da oluşmadı. En önemlisi hiç ses çıkmadı. Ahh, unuttum, Nelin korkup çığlık atmıştı. Nelin elindeki bitmiş kahve bardağını Tünay'a fırlatıp "salak şey" dedi. Bardak havada uçarak Tünay'ın koltuk altından geçip odadaki tek beyaz önlüklü olan Ercan'ın önüne karın hizasının hemen altına, tam olarak, bozuk fermuarının üzerine çarptı ve kalan az miktarda kahve önlükte belirgin bir leke oluşturdu. -Hah işte bu tam oldu sağol! diye çıkışan Ercan'dan özür dilemek üzere elini kaldırdı Nelin, yüzünü buruşturarak. O ana kadar birşey söylememiş olan Ergir hoca - Tabi ya, içinden geçiyoruz. dedi. Nötrinoların zamanın başından beridir yaptığını biz şimdi bu kupaya yapabiliyoruz. Aslında atomların arasında hatta içlerinde önemli miktarda bir boşluk bulunduğunu biliyoruz. Eğer yeteri kadar küçük bir parçacıksanız dünya tüm som kütlesine ve sert kayaç yapısına rağmen sizin için uzay boşluğu gibidir. Bu nedenle nötrinolar dünyanın, hatta rastladıklarında bizlerin içinden geçip gider. Hiç bir etki yaratmadan ve hissedilmeden. Tıpkı sevimli hayalet Casper'ın duvarların arasından geçip gittiği gibi. İyi de, bu nasıl olup ta bizim orada olmadığını gördüğümüz, dokunamadığımız dahası tarayıcılarımızın da tespit edemediği kupa parçasının hala orada olduğunu açıklamıyor ki... Hacer gözlerini kısarak -Evet aynen dediğiniz gibi hocam, göremiyoruz, dokunamıyoruz ama orada işte. Kütlesi ise neredeyse deney öncesindekinin aynı. Nelin elindeki tablet PC'den kafasını kaldırdı ve "İşte eksilen o önemsiz kütle ortaya çıkan enerjinin nedeni. Aynı enerji kupanın şu anda göremediğimiz kısmını kararsız hale getirdi. Atomları ara bir faza ya da alternatif bir başka gerçekliğe geçti. Ancak belki de atomlar birbirlerinden ayrılmadı sadece uzaklaştılar. Spagettileşmek üzerelerdi, ancak onları her ne durdurduysa, hala bu kupa ile bir bağlantıları var." dedi. Ergir hoca yorgun ve uykulu gözlerle ve biraz da ekibinden duyduğu gururla bakarken bir yandan da kafasını kaşıdı ve "hıım, anlayacağız ama bu halde değil. Ercan, sen deneyle ilgili kayıtların bir kopyasını Okan Albay'a gönder. Müjdeyi de ver. İstedikleri silahı sanırım bulduk. Ben eve gidip yatacağım. Sizlere de öyle yapmanızı öneririm. Yarın ve izleyen günlerde yapacağımız çok iş olacak." dedi. Gerçekten çok yorgun olan ekip üyeleri evlerine dağıldılar. Devam edecek... Not: Bu hikayedeki olaylar ve insanlar hayal ürünüdür. Gerçek hayattaki olası olaylar ve kişi isimleri ile benzerlikler tamamen rastlantısaldır.

18 Ocak 2009 Pazar

Helinaportal Kaos Makinası - Bölüm 1

Bölüm 1 Kupa Bölüm tuvaletinin kapısı hızla açılırken, kapının duvara çarpan kolu duvardan küçük bir porselen parçası daha koparttı. Profesör Ergir ÇAĞDAŞ, hızlı adımlarla favori klozetinin bulunduğu sonuncu tuvalet bölmesine yöneldi. Üniversitenin öğretim üyelerine ayrılmış def-i hacet dolabı (öğretim üyeleri kendi aralarında öyle söylüyorlardı) o gün de her zamanki gibi naftalin ve sidik karışımı kokuyordu. Profesör belli belirsiz, "adamlar atomu parçacıklarına ayırmak için çalışıyorlar ama halen yere damlatmadan işlerini göremiyorlar" diye söylendi. Gerçi kaçınılmaz olarak, fizik kuralları gibi erkek fizyolojisine ilişkin kurallar kusursuz işliyordu. Göbek çevresi yaşla bağlantılı olarak genişlerken, erkeklik organı da adeta giderek küçülüyor, görünmez oluyor, dolayısıyla hedef tuturmak da güçleşiyordu, prostat da cabası. "Bu kadar yaşlı adamın arasında işim ne?" diye bir kez daha sinirli sinirli kafasını salladı. Tuvalet bölmesinin kapısını kapatıp kapının kilidini çevirdi. Zaman zaman bir anlamda sığınma mekanı olan tuvaletin bölmesinde kendisi ile başbaşa kalmıştı işte. Burası genellikle koşuşturma ile geçen günler içerisinde durup, düşüncelerini, projelerini, hayatını gözden geçirdiği yerdi. En çok da başarısızlıkla biten altı buçuk yıllık evliliğini. Birden kafasındaki özel hayatına ilişkin düşünceler belirsizleşip yerine üzerinde çalışmakta olduğu projenin detayları akmaya başladı. Tüm hesaplar tamam olmasına tamamdı da, quantum mekaniğinin puslu yasaları bir türlü istediği sonucu elde etmesine izin vermiyordu. Birden 2000'li yıllardaki CERN macerası aklına geldi. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) için yıllarca emek vermiş ve zaman zaman bir fizikçiden çok, bir inşaat işçisi gibi çalışmıştı. 10 Eylül 2007 tarihinde asrın deneyi için başlama vuruşu yapıldıktan sonra bilgisayar sisteminin karşısında dona kalışı aklından çıkmıyordu. Sistemdeki açıktan faydalanıp LHC'nin (Compact Muon Selenoid) CMS detektörünün www.cmsmon.cern.ch adresinde tutulan sitesine saldırıp gönderdikleri alaycı mesajlarla sistemdeki açıktan dolayı dalga geçen Yunanlı hacker grubu (kendilerine Yunan Güvenlik Takımı diyorlardı) "burada da mı buldunuz bizi belalı komşularım" dedirtmişti. Gerçi deneyle ilgisi olmayan basit bir web sunucusunu bir süreliğine ele geçirmişlerdi ama gene de tüm dünyanın dikkati deneye odaklanmışken böyle bir olay yüzünden haftalarca meslektaşlarının alaylı mesajlarına cevap yazmak zorunda kalmıştı. Oysa deneyin gerçekleşmesini ve sonuçlarının alınmasını izleyen yıllarda "Kara Madde Enerjisine İlişkin" edinilen bilgilerin ışığında fizikte çok yol almıştı. Helina ile İsviçre'de tanışıp kısa süreli bir birliktelik sonrası evlenmişlerdi. Tipik Finli kadın gerek fizik konusundaki bilgisi, gerek güzelliğiyle bir anda hayatını değiştirmişti. Kadının evlilik sonrası birkaç yıl içerisinde çılgın bir cadıya dönüşmesi dışında hayatlarında yanlış giden hiç bir şey olmamıştı bir bakış açısıyla. Aynı ortamda çalışmak ve ikisinin de insan üstü bir ihtirasla bağlı oldukları meslekleri ve tonlarca ortak konu evliliklerini ayakta tutmaya yetmemişti işte. Gene de Büyük Hadron Çarpıştırıcısından 2009 sonbaharında elde edilen verileri, O olmasa değerlendirip işe yarar hale getirmek bu kadar kolay olmazdı diye düşündü. Birden iki yan taraftaki bölmeden gelen sifon sesiyle tüm düşünceleri dağılıverdi. Yakından gelen ses okkalı bir küfür salladı. Dayanamayıp seslendi: "hayrola Ercan bey ne oldu?" Cevap tereddütlü ve titrekti. Ergir hocam, kusura bakmayın orada olduğunuzu bilmiyordum fermuar elimde kaldı da... Ercan, gelecek vadeden bir elektronik mühendisiydi. Onu birlikte üye oldukları amatör telsiz derneğinde tanımış yanına asistan olarak yetiştirmek üzere almıştı. Gerçi bunda yakın zamanda ordudan aldığı araştırma projesinin de etkisi yok değildi. Şevkatli bir sesle "oğlum git laboratuvar önlüğünü giy, akşama kadar da çıkartma, üzüldüğün şeye bak" dedi. Ercan, "Hocam sağolun, iyi fikir" diye seslenip tuvaletten çıkıp gitti. Çarpan kapının bir parça porselen daha koparttığını temizlikçiler gelene kadar kimse fark etmeyecekti. Tekrar düşüncelere daldı Ergir hoca. Ordudan gelen teklifi tereddüt etmeden kabul etmişti. Kara madde enerjisinin evrenin en gizemli sırrı iken, bir anda atomlar arası bağlanmayı sağlayan ve daha önce bir türlü çözülememiş hali, CERN deneyinden sonra az da olsa anlaşılmıştı. Helina ile üzerinde uzun geceler boyu çalıştıkları tek konu bu değildi, ama birlikte kara madde enerjisinin anlaşılmasında dünyanın önünde gittikleri kesindi. Kara madde enerjisiyle bir arada duran atomları lokalize edip oluşturduğu maddeyi parçalamak ve bu atomları bir enerji transferi ile evrenin başka bir tarafında tekrar birleştimek mümkün görünüyordu. Deneylerde bir miktar başarı da elde edebildiler, mikroskobik büyüklükte bir kaç mikron kalınlıkta kompozit malzemeleri atomlarına ayırabildiler ama transfer konusunda pek bir ilerleme kaydedemediler. En azından madde atomlarına ayrılıp bir yerlere gidiyordu da nereye gittiği belli değildi. Başarısız evliliklerinin ardından Ergir hoca daha fazla duramadı İsviçre'de. Yurda döndü. Ah o kahve kupası yok muydu? Helina'nın en sevdiği kahve kupasını yanlışlıkla kırdığı gün sonun başlangıcı olmuştu. Helina ona "işe yaramaz, düşüncesiz, hımbıl ve tembel Türk'ün tekisin" demişti. O da, "Finli cadı, git kazanından başka bir kupa çıkart, onu kullan" deyivermişti. Son zamanlarda deneylerde kahve kupası kullanmasının asıl nedeni de buydu ama asistanlardan kimse cesaret edip nedenini soramıyordu... Yurda döndükten sonra üniversitedeki bölümüne başvurmuştu. Bir yıllık anlamsız bir kadro bekleyişinin ardından fizik kürsüsünde açılan doçent kadrosu, sıfırı tüketmek üzereyken tam zamanında yeniden hayata döndürmüştü onu. Birkaç yıl sonra dış yayınlarından birinde yayınladığı "Kara Madde Enerjisinin Evrendeki Yeri ve Madde Enerji Dönüşümü" başlıklı makalesi ordunun dikkatini çekmişti. Çoğu fizik ve mühendislik eğitimi almış meraklı ve zeki bakışlı üst rütbeli kurmayların arasında bulmuştu kendini. Dört saat boyunca anlattıklarını büyük bir ilgiyle göz kırpmadan dinlemiş olan gruptan Albay Okan Türkyılmaz, "hocam, maddeyi nereye transfer ettiğiniz bizim çok fazla ilgimizi çekmiyor, aslına bakarsanız bunu siz de tam olarak bilemiyorsunuz, doğru mu?" diye sorduğunda bozulduğunu farkettirmeden "eee teorik olarak haklısınız Okan Albayım, yanlız..." devam edemeden Okan Albay babacan bir tavırla ayağa kalkıp yanına yaklaşmıştı bile. "Dostum farkında değil misin, dünyanın yenilmez ordusunu yapmak için müthiş bir fırsat var elimizde!". "Sen sadece bize yönelen tüfekleri yok et yeter." deyivermişti. Tam kem küm ederken, "bunun için tüm imkanları ve çalışma ortamını sağlarız, sen yeter ki bizim istediğimiz yenilmezlik gücünü ortaya koy" sözü kafasında şimşekleri çaktırmıştı. Yenilmez bir ordu, savaşların bitmesi ve dünya barışının sağlanması için, bilimin katkısı çözüm olabilir miydi? 2020'li yıllar olmasına rağmen bitmek tükenmek bilmeyen enerji savaşları, zincirleme ekonomik krizler, Ortadoğu'nun haritasını hallaç pamuğu gibi atmış, Türkiye de bundan payına düşeni almıştı. Özellikle Türkiye üzerindeyken düşürülen ABD başkanının uçağı ve ölen başkandan sonra iktidarı yeniden ele geçiren Cumhuriyetçiler, enerji için daha önceki yıllarda yaptıkları gibi milyonlarca insanı özgürlüklerine kavuşturmuşlardı. Oysa sınırsız enerji her an bizimleydi. Bunu kullanmanın yolunu bir bulabilseler, bilim insanları dünyaya barışı getirebilirlerdi. Zaman zaman, "teorimdeki eksikleri kapatıp deneyle bunu bir kanıtlasam" diye düşündüğü anlardan biri gelmişti gene. Umarım Einstein'ın beyninin akıbetine benimki de uğramaz diye kibirli kibirli düşündü tuvalet kağıdını kovaya atarken. Öldükten sonra, beyninin kavonozda saklanmasının insanlığa bir faydasının olmayacağını geçirdi aklından. Ellerini yıkadı ve tuvaleti terk etti. Bu defa kapının kolu duvara çarpmamıştı. *** Odasında çalışırken içeri dalan genç asistanı Hacer'in sesi ile kafasını kaldırdı. Kadın, güzel, alımlı ve giyiminde de bunu tamamlayan hali ile her seferinde aklını çelmekteydi ama geçmiş deneyimleri onu ister istemez engelliyordu. Gene de daha önceleri olduğu gibi bir an ortaya çıkıvermişti işte, Ergir hocanın yaşlı gözleri Hacer'in omzundan görünen ince askıda kala kalmıştı. Bir anda aklından geçmekte olan düşünceler Hacer'in heyecanlı sesi ile dağılıverdi. "Afedersin dikkatim dağıldı ne diyordun?" diye soru dolu gözlerle heyecanlı heyecanlı konuşan genç kıza dikkatini verdi Ergir Hoca. Kız tekrarladı: "Hocam sanırım yeni bir kupa almanız gerecek, Ercan sizinkini paraladı"... Donmuş bir zaman diliminde geçen koşuşturmanın ardından laboratuvarda deney setinin ucunda kulpu ve tabanı kusursuzca kesilmiş gibi duran düz beyaz porselen kupa çevresinde toplanan ekip üyeleri yana çekilerek Ergir hocaya yer açtılar. Ergir hoca heyecanla sordu: Ercan nasıl becerdin? "Hocam, her zamanki yöntemi uyguluyordum yanlız bu defa tüm asistanlar deneyi izliyorlardı. Sanırım "gözlemci etkisi" sonucu quantum mekaniği yasalarının esneyeceği tuttu" dedi. Kupadan geriye kalanlara bakarken: Saçmalama kerata, ne yaptıysan tekrar yapmalısın ve bu defa neler, nasıl olduysa nedenini bulmalıyız" dedi Ergir hoca, Sonra arkasına dönüp yan odadaki deney kayıtlarını tutan bilgisayarların başına yöneldi. Diğer taraftan da hala olay bölgesinde olanları anlamaya çalışan asistanına seslendi "Ercan, bana bir kupa borçlusun!" Devam edecek... Not: Bu hikayedeki olaylar ve insanlar hayal ürünüdür. Gerçek hayattaki olası olaylar ve kişi isimleri ile benzerlikler tamamen rastlantısaldır. (Hep bunu yazmak istemiştim.)

Simurg

Simurg, Zümrüd-ü Anka ya da Phoenix olarak isimlendirilen efsanevi kuşlar bana göre aynı adrese çıkan küçük farkları olan bir tür kültürel i...