İnsan nedir? Nasıl olmuş da farkındalık kazanmış? Peki bu farkındalık ne kadar değerli? Hafızamız olmadan bir değerimiz var mı?
Henüz genetik bilimindeki tüm gelişmelere rağmen tam olarak insan neden kendinin farkında? Neden nereden geldim, nereye gidiyorum gibi hayatın anlamına ilişkin sorular soruyor? Böyle sorulara tatmin edici cevap veremiyoruz. Kafamızın içindeki nöron ağı nasıl olup da hem hafıza hem de işlemci olarak çalışabiliyor? Ya da nasıl oluyor da organlarımızın fonksiyonlarını tam olarak anlamakta zorlanıyoruz?
Tabi bunlar biraz olsun eğitilmiş bireyler için sorun. Sokaktaki sırada insan, yetersiz birikimine aldırmadan pek çok konuda olduğu gibi tıp alanına da güvensiz bakıyor. Dayanak olarak da her insanda aynı tıbbi çözüm işe yaramıyor demek ki tıp rastgele tedavi edebiliyor diye kendi garip çıkarımını yapabiliyor. Oysa yeterli veri olsa ve işlenebilse her kişiye özgü tıbbi çözüm sunulabilir ve etkili de olur. Sadece şimdilik bunu yapabilecek bilgimiz yok. Ancak bu hep böyle süreceğini göstermez.
Konuları anlamak için çok fazla bilgi ve bunları işleyecek kapasite lazım. Bilmemek cehalet ise bilmediğini bildiğini bilmemek de bunun katmerlisi değil midir? Bilmemesine rağmen konular hakkında fikir beyan etmekte ısrar edenleri anlayışla karşılıyorum. Zira olmadı mı olmuyor işte. Bilmek için cesaret ve çaba lazım. Kıyıdan kıyıdan giderek yaşantısını tamamlamak kimi insanların kolayına geliyor olmalı. Bu genele hakim olsaydı insanlıkta hiç bir gelişme olmazdı.
Biz insanlar hafızalarımız olmadan neredeyse hiçbir işe yaramıyoruz. Düşünsenize, dünyanın geleceği için son derece önemli bir keşfi bir süre içerisinde yapacak olan bir insan durup dururken bildiği her şeyi, motor becerileri dahil unutsa ve bir daha geri kazanamasa o kimsenin değeri olur mu? Peki bu keşfi yapmadan hemen önce değeri neydi ve keşfi yaptıktan sonra değeri ne olacaktı?
Bu değer konusu da tartışmalı biraz. Örneğin Einstein yaptıklarını insanlığa kazandırdıktan sonra yaşamaya devam etse ama başka hiçbir düşüncesini ifade edemeseydi, üstelik günümüzde hala da yaşıyor olsaydı, insanlık için artı bir değeri olur muydu? Sanırım bizden önce insanlığa bir şekilde katkısı olan insanlara karşı duyduğumuz minnet ve saygı ve fikirlerini ve eserlerini insanlığın hazinesi olarak yaşatmamız onlara verdiğimiz değer olarak düşünülebilir.
Bugüne kadar öğrendiğimiz her şeyi aklımızda kayıpsız olarak tutabilsek ve gerektiği zaman çıkartıp kullanabilirsek müthiş bir şey olurdu. Buna benzer kapasitesi olan kimi tanıdıklarım var. Gerçekten çok zeki insanlar oldukları düşünülüyor. Tabi hafıza ve zeka aynı şeyler olmasa da ortalamanın üzerinde bir seviyede birlikte varlıkları büyük avantaj (keşke bende de olsaydı böylesi).
Diyelim ki bir USB bellekte çok müthiş parasal değeri olan bilgiler tutuyoruz(yedeği de yok). Mesela belleğin içinde blockchain ile ilgili koin cüzdanı bilgileri olsun. Böyle bir USB belleğin içinde tuttuğu verilerin değeri çok yüksek olabilir. Aynen çok işe yarayacak bilgilere sahip insanların var olması gibi. Ancak USB belleğin içindeki veriler bir yolla silinirse ve geri alınamazsa usb bellek belki bir milyon dolar değerindeyken bir anda hiç bir anlamı olmayan basit bir silikon parçasına dönüşebilir. İnsanlar da böyle. Eğer hafızamızı kaybedersek bizden geriye birşey kalmaz.
Ben buna hayattayken ölmek diyorum. Kimi tanıdıklarım, akrabalarım bu şekilde hayattayken yok olup gittiler ve bunları elde tutabilmek için hiçbir şey yapamadık. Tabii burada şöyle bir istisna var. Bunu daha önceki yazılarımda da belirtmiştim. İnsan eğer bir eser bırakabilirse ya da yaptıkları diğer insanlara unutulmayacak bir etkiye sahip olarak kalırsa, öldükten sonra da yaşamasına bu yolla devam edebilir. Bir tür ölümsüzlük bu. Yani hafızası olmasa da geriye bıraktıkları başkalarının hafızalarında ve kayıtlarda yaşar.
Bir insan hafızasını yitirmesi durumunda, artık ek bir faydası kalmadığından insanlık için daha değersiz duruma mı düşer? Faydasız, kullanışsız olur mu? Sanırım olur. Tabii ki çevrelerindeki yakınları ya da ailesi ona yaşamını sürdürebilmesi için hala eskisini gibi yardımcı olacaktır. Bu da zaten insanlığın gereklerinden biridir.
Varsayalım ki hafızanızı hayatınızı kaybetmek yoluyla sıfırladınız. Bu dünyadan ayrıldınız. Sizden geriye kalanlar hiçbir değer ifade etmeyecektir. Bu durumda yakınlarınızda bir an önce yakında çürüyecek cesedinizden kurtulmak için muhtemelen en ucuz yöntemi kullanarak sizden kurtulacaklardır. Zaten aslında sizden değil, vücudunuzdan kurtuluyorlar. Siz zaten ölerek kendi hafızanızı sıfırlamış oldunuz.
Daha önce ölümün böyle bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim ama ilginç geldiği için sizlerle de paylaşmış oldum.
Genellikle ölüm korkusu ya da endişesi ile yaşarız. Büyük olasılıkla bu, yaşadığımız sürece, bir gün geldiğinde öleceğimizi bilmemizden kaynaklanıyor.
Kimilerine göre, ölmemizin nedeni doğmamızdır. "Doğduğumuz anda ölmeye başlarız" düşüncesi, felsefede uzun bir geçmişe sahip olan ve hala güncelliğini koruyan bir konudur. Bu düşünce, insanın varoluşunu, zamanı, yaşamın anlamını ve ölüme karşı tutumunu anlamamıza yardımcı olabilir. İnsan doğuma ve ölüme karşı bir seçeneğe sahip olmasa da kısa sayılabilecek bir yaşama ve pek çok seçeneğe sahiptir. Bu yaşamı hiç bir şey yapmadan da tamamlayabilir. Dünyayı değiştirecek ve etkisini nesiller boyu bırakabilecek bir hayatı dolu dolu da yaşayabilir.
Babam Gazeteciydi. Gazetelerde görev yapmadı ancak çalışma hayatının büyük bölümünü bir kuruluşun yayın müdürü olarak geçirdi. Arada sırada yazdığı şiirleri de 3 kitap halinde yayınladı. Ölümünden sonra o şiirleri yayınladığı kitapların baskıları bir gün tükenecek diye düşünerek hepsini tek bir kitapta topladım ve Google Kitaplar'da e-kitap olarak yayınladım. dilerseniz bu linkten ulaşabilirsiniz. En Kısa Gün En Uzun Gece. Geçenlerde bazı şiirlerini müzikli video klip olarak yayınlamak aklıma geldi. Onları da seyredebilirsiniz.
Babamın şiirlerini düzeltirken (kitapları tarayıcı ile yeniden taradığımda bazı karakterler yanlış tanınmış yani hataların sorumlusu benim), yazım hatalarının yanı sıra ilginç bir detay dikkatimi çekti. Şiirlerinin büyük bir kısmı ya aşk ya da ölüm temalarına odaklanıyordu. Özellikle gençlik yıllarında, yirmili yaşlarında kaleme aldığı şiirlerde yoğun bir ölüm korkusu hissediliyordu. Bu kadar genç yaşta ölümün bu kadar yakıcı bir şekilde hissedilmesi beni şaşırttı. Ayrılış şiirinin şarkısını dinleyin, ne demek istediğim biraz daha iyi anlaşılacak.
Ölüm, bilinmezliği ve kaçınılmazlığıyla insanlarda doğal olarak korku ve endişe uyandıran bir kavram. Ülkemizde sık sık yaşanan büyük depremler gibi travmatik olaylar da bu korkuyu tetikleyebiliyor. 'Ben de böyle mi öleceğim?' sorusu, pek çok insanın aklından geçen bir düşünce. Covid-19 salgını sırasında yaşadığımız benzer bir korkuyu hatırlarsınız. Hala sokaklarda maske takan insanlara rastlamak mümkün. Bütün bu örnekler, ölümün bilinmezliğinin yarattığı korkunun ne kadar derinlere işlediğini gösteriyor. Tabii ki, takıntılı davranışların da bu korkuyu artırabileceğini unutmamak gerek.
Bence ölüm korkusu veya endişesi, canlıların yaşam mücadelesinde önemli bir rol oynamış olabilir. Bu duygu, canlılara hayatta kalma avantajı sağlayarak nesiller boyunca aktarıldı. Belki de, hayatta kalma ihtimalini artıran bu tür endişelerin aşırı derecede artması sorun yaratıyor. Ancak, bir canlının karmaşık yapısı nedeniyle bu konuda kesin bir yargıya varmak kolay değil. Yaşamımızı şekillendiren birçok farklı özellik var. Endişelerle başa çıkmayı başarmış atalarımızın genlerini taşıyor olmamız, bu süreçte bize yardımcı olabilir. Aklımız ve geliştirdiğimiz sağlık teknolojileri de işe yarayabilir. Ancak bu uzun bir süreç ve binlerce yıldır düşünürleri meşgul etmiş olmalı.
Ölüm, insanlık tarihi boyunca filozofları derinden etkilemiş ve pek çok farklı açıdan ele alınmış evrensel bir konudur. Felsefenin temel sorularından biri olan "varoluş"un kaçınılmaz sonu olması nedeniyle ölüm, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin düşüncelere ve tartışmalara yol açmıştır.
Farklı filozoflar, ölüme farklı anlamlar yüklemişlerdir. Kimi filozoflar ölümün varoluşun sonu olduğunu düşünürken, kimileri için ölüm yeni bir başlangıç veya dönüşüm anlamına gelmektedir.
Ölüm korkusu, felsefenin önemli bir konusudur. Filozoflar, bu korkunun nedenlerini, etkilerini ve nasıl üstesinden gelinebileceğini araştırmışlardır.
Yunan filozof Epiküros (Epikür) düşüncesinde: Ölüm ne yaşayanları ilgilendirir ne de ölüleri. Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölülerin de kendileri yoktur.
Öte yandan Jean Jacques Rousseau: Ölümden korkmuyor gibi görünen kimse yalan söylüyordur. Bütün insanlar ölümden korkar, der.
Hiç bir şeyden korkmayan kimi insanlar bence çok cesur ve korkusuz değil, sadece düşünsel açıdan sığdır. Zira davranışlarımızın olası sonuçlarını düşünmeden ve önceden değerlendirmeden içimizden geldiği gibi yaşamak, istenmeyen sonuçlara neden olabilir. Hızlı araç kullanmaktan keyif alıyor olabilirsiniz ancak hızlı araç kullanırken dış etkenlere gerektiği hızda cevap veremez ya da bir anlık dikkat dağınıklığı yaşarsanız ciddi sonuçları olan kazalara neden olabilirsiniz. Cesur ve korkusuz olmanız böyle bir durumda hayatta kalmanıza yardımcı olmayabilir.
Seneca, Stoacı felsefeye uygun olarak, ölümün yaşamın kaçınılmaz bir parçası olduğunu ve korkulmaması gerektiğini savunur. “Sanıyoruz ki ölüm önümüzdedir; oysa ölümün büyük kısmı şimdiden geçip gitmiştir. Hayatımızın büyük kısmını ölüm geçirmiştir eline” sözüyle, ölümün her an mevcut olduğunu ve hayatımızın büyük bir bölümünün zaten geçmişte kaldığını vurgular.
Epiktetos ise ölümün insan için bir kötülük olup olmadığını sorgular ve ölümün bedenle ruhun ayrılması dışında bir şey olmadığını belirtir. Ölümün kaçınılmaz olduğunu kabul ederek, ona karşı sızlanmanın anlamsız olduğunu savunur.
Schopenhauer, insanın temel güdüsünün "yaşama isteği" olduğunu ve bu isteğin ölüm korkusunu doğurduğunu savunur. Ölüm korkusu, "bilgi" veya "akıl"dan ziyade, "kör" bir yaşama isteğinin tezahürüdür.
Schopenhauer'a göre ölüm korkusu, var olmama düşüncesinden kaynaklanıyorsa, doğum öncesi var olmama durumuyla ölüm sonrası var olmama durumu arasında bir fark olmaması gerekir der. Dolayısıyla, bu korkunun mantıksız olduğunu savunur.
Schopenhauer, ölümün acıyı da beraberinde getirdiği düşüncesine karşı çıkar. Ona göre, ölümden sonra acı hissetmeyiz çünkü acı, ölümle birlikte sona erer.
Hegel, özbilincin gelişimini ele alırken, yaşam ve ölümün diyalektik ilişkisini inceler. Ona göre, özbilinç kendini bilme yolculuğunda, başkasıyla olan ilişkisinde yaşam ve ölümü deneyimler.
Özbilincin tanınma mücadelesi, ölüm korkusuyla şekillenir. Efendi-köle diyalektiğinde, efendinin gücü ölüm tehdidine dayanırken, köle bu tehditle yüzleşerek özgürlük bilincine doğru ilerler.
Casey Scott, Stoacı felsefeye benzer bir şekilde, ölümün bizler için bir hiç olduğunu ve korkulmaması gerektiğini savunur. Ölüm, duyguların ortadan kalkmasıdır ve iyi veya kötü olarak nitelendirdiğimiz her şey duygulara dayanır. Dolayısıyla ölüm, hiçliktir.
Scott'a göre, ölümden korkmak mantıksızdır. Ölüm biz var olduğumuz sürece mevcut değildir ve ölüm geldiğinde biz artık var olmayacağız.
Burada bahsedilen düşünürler, ölüm felsefesine farklı bakış açıları sunarken, ortak bir noktada buluşmaktadır: Ölümün yaşamın kaçınılmaz bir parçası olduğu ve korkunun üstesinden gelmek için ölümün doğasını anlamamız gerektiği. Stoacılar ve Scott, ölümü bir hiçlik olarak kabul ederek korkuyu yenmeyi önerirken, Schopenhauer yaşama isteğinin reddedilmesiyle kurtuluşa ulaşılabileceğini savunur. Hegel ise ölümün toplum içindeki rolünü ve özbilincin gelişimine olan etkisini inceler.
Tüm bunlar bir yana ölüm bir bilinmez olduğu için korkutur. Zira ölüp daha sonra bu deneyimden bahsedecek biri olmamıştır. Dolayısıyla hiç bir zaman ilk ağızdan ölümün nasıl bir şey olduğuna ilişkin bilgi alınamamıştır. Oysa inanç sistemleri ölüm ile ilgili paket halinde hazır bazı bilgiler vermektedir.
İslam'da ölüm, hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olarak kabul edilir. Kur'an-ı Kerim'de "her nefsin ölümü tadacağı" (Al-i İmran, 3/185) ifadesiyle bu durum vurgulanır. Ölüm, bir son değil, ahiret hayatına geçiş olarak görülür. İyi ameller işleyenlerin cennete, kötü ameller işleyenlerin ise cehenneme gideceği inancı yaygındır. İslam düşüncesinde ölüm, ruhun bedenle olan ilişkisinin sona ermesi ve ruhun ebedi hayata geçişi olarak değerlendirilir.
Hinduizm'de ölüm, karma yasaları çerçevesinde ele alınır. Tenâsüh (reenkarnasyon) inancına göre, ruh sürekli olarak farklı bedenlerde yeniden doğar. Ölüm, ruhun yeni bir bedende hayat bulması için bir geçiştir. Hindu geleneğinde ölülerin yakılması, ruhun yeni bir bedende doğuşunu sağlamak amacı taşır. Nirvana'ya ulaşmak için bu döngüyü kırmak önemlidir.
Budizm'de ölüm, yaşamın kaçınılmaz bir parçası olarak görülür. Ölüm, acı verici bir durum olsa da aynı zamanda yeni bir varoluşun başlangıcıdır. Budist inancında, ölümü ne acı ne de arzu duymaksızın beklemek esastır. Ölümden sonra ruhun yeniden doğması ve karma yasaları çerçevesinde ilerlemesi beklenir.
Antik Yunan'da Sokrates, ölümün bir son değil, ruhun özgürlüğe kavuşması olarak değerlendirildiğini savunmuştur. Platon ise ruhun ölümsüz olduğunu ve bedenin yok olacağını düşünmüştür.
Zerdüşt dininde ölüm sonrası yaşam inancı önemlidir. İyilerin Ahura Mazda ile birlikte cennette yaşayacağına inanılırken, kötülerin Yalan Evi'nde ceza çekeceği düşünülmektedir1.
Hristiyanlıkta ölüm, aslî günahın bir sonucu olarak görülür. İsa Mesih'e inananlar için ölüm, ebedi kurtuluşun başlangıcıdır; inanmayanlar içinse ceza ve Tanrı'dan uzaklaşma sürecidir. Hristiyanlıkta ölüm, "uyku" olarak tanımlanır ve inananların yeniden dirilişi beklenir.
Farklı inanç sistemleri, ölüm konusunu çeşitli açılardan ele alarak insanlara farklı perspektifler sunar. Ölümün doğası, sonrası ve yaşam döngüsü üzerindeki bu görüşler, bireylerin yaşamlarını şekillendiren önemli unsurlar arasında yer alır. Her inanç sistemi, ölümü anlamada ve kabullenmede kendine özgü bir yol sunar.
Ölüm korkusu, insanın hayatta kalma içgüdüsünden kaynaklanır. İnsanlar bilinmeyenle ilgili kaygı duymaya eğilimlidirler ve ölüm belirsizlik içeren bir kavramdır. Bu durum, bireylerin kendilerini güvende hissetme arzusuyla bağlantılıdır.
Varoluşsal Kaygılar: Bireyler, yaşamın anlamı ve amacı üzerine sorgulamalar yaptıklarında ölüm korkusu daha da belirgin hale gelir. Bu tür kaygılar, bireyin yaşamını olumsuz yönde etkileyebilir ve günlük işlevselliğini bozabilir.
Ölüm korkusuyla başa çıkmanın bazı yolları şunlar olabilir:
Ölümün kaçınılmazlığını kabul etmek: Hayatın doğal bir parçası olan ölümü kabul etmek, bu konudaki kaygıları azaltabilir.
Şu ana odaklanmak: Gelecek kaygılarından uzaklaşıp, anı yaşamak ve mevcut durumun keyfini çıkarmak, zihni rahatlatabilir.
Pozitif bir bakış açısı geliştirmek: Hayattaki güzelliklere ve olumlu deneyimlere odaklanmak, genel olarak daha iyi hissetmemizi sağlar.
Ölüm korkusu, insanlık tarihi boyunca olduğu gibi gelecekte de insanların ilgisini çekmeye devam edecektir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte yaşam süresini uzatma ve ölümsüzlüğü gerçekleştirme gibi yeni tartışmalar ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler, ölümün anlamı ve insanın varoluşu hakkında yeni sorular sormamıza neden olabilir.
Ölüm korkusu, felsefe, din, psikoloji ve diğer disiplinlerin kesişim noktasında incelenebilecek karmaşık bir konudur. Bu metinde ele alınan farklı perspektifler, ölümün hem bireysel hem de toplumsal düzeyde nasıl algılandığını ve anlamlandırıldığını göstermektedir. Felsefi düşünceler, ölümün anlamını sorgularken, dinler ölüm sonrası yaşam hakkında farklı inanç sistemleri sunmaktadır. Psikoloji ise ölüm korkusunun birey üzerindeki etkilerini ve bu korkuyla başa çıkma mekanizmalarını incelemektedir. Tüm bu bakış açılarını bir araya getirerek, ölümün hem bireysel bir deneyim hem de kültürel bir olgu olduğu söylenebilir. Bu karmaşıklık, ölüm korkusuyla başa çıkmak için farklı yaklaşımların bir arada kullanılmasının önemini vurgulamaktadır.
Ölüm, insanlık tarihinin başlangıcından beri var olan ve tüm kültürlerde farklı şekillerde ele alınan evrensel bir deneyimdir. Ölüm korkusu sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda karmaşık bir duygusal deneyimdir. Ölüm korkusu insan doğasının ayrılmaz bir parçası olsa da, farklı felsefi ve dini yaklaşımlar sayesinde bu korkuyu yönetmek ve anlamlı bir yaşam sürmek mümkündür.
Datça'da bir evimiz var. Dolayısıyla yazları zamanımızı burada geçiriyoruz. Eskiden (5-10 yıl kadar önce) denize girmek için yerel işletmelere, otellere gidiyorduk. O zamanlarda da ucuz olmamakla birlikte makul sayılabilecek fiyatları vardı. Mesela yaklaşık 5 yıl kadar önce 25 lira olan bir tabak bademli tavuk yemeği şimdi 450 lira fiyat etiketini taşıyor. Şu anda toptancıdan 50-55 liraya alınabilen bira işletmelerde 170 liraya satılıyor. Yani kâr oranı 1'e 3. Dolayısıyla artık işletmelere, otellere pek gidemiyoruz.
Ötanazi, dayanılmaz acı ve çile çeken bir kişinin, kendi isteği veya yakınlarının talebi üzerine, acı çekmesini önlemek amacıyla yaşamına son verilmesi anlamına gelir. Başka bir deyişle, bir kişinin yaşamı, tıbbi yöntemlerle kasıtlı olarak sonlandırılır.
Ötanazi insan için bir haktır. Ancak pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de yasal olarak bir kişi ötanazi ile yaşamına son veremez.
Death is the irreversible cessation of all biological functions that sustain an organism. To put it simply, it is the irreversible loss of the body's fundamental functions, including the central nervous system, circulatory system, and respiratory system. After death, all tissues and cells gradually lose their vitality. The brain, including the brainstem, ceases to function irreversibly. As blood circulation stops, cells are deprived of the oxygen and nutrients they need, rendering them unable to produce energy or eliminate waste. Moreover, the body's defense system, which controls the growth of bacteria, shuts down, leaving the body vulnerable.
Ölüm, bir organizmayı ayakta tutan tüm biyolojik işlevlerin geri döndürülemez bir şekilde sona ermesidir. Oldukça yalın bu tanımı biraz daha detaylandıralım: Vücudun temel fonksiyonları olan merkezi sinir sistemi, dolaşım sistemi ve solunum sisteminin geri dönüşümsüz olarak kaybıdır. Ölümden bir süre sonra tüm doku ve hücreler kademeli olarak canlılıklarını yitirir. Beyin sapı dahil olmak üzere beynin işlevi geri döndürülemez bir şekilde son bulur. Kan dolaşımı durunca hücreler için gereken oksijen, besin dağıtımı durduğundan hücreler enerji üretemez, hücrelerin içerisinde ortaya çıkan atıkları uzaklaştıramaz. Daha da önemlisi bakterilerin çoğalmasını kontrol altında tutan savunma sistemi de kapandığından vücut savunmasız kalır.
Yapay zeka, hayatımızın birçok alanına girmeye devam ediyor. Ben de bir süredir blog yazılarımı YouTube'a aktarıyorum. Neyse ki, 10 yıl önce 6 yıl gönüllü olarak çalıştığım İnternet radyosu RadyoM için hazırladığım ses kayıtları bu konuda bana yardımcı oldu. Biraz video düzenleme ile uğraşanlar bilir, YouTube için video hazırlamak kolay bir iş değildir. Özellikle telifsiz stok resim ve video bulmak ve bunları bir araya getirmek oldukça külfetlidir.
Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma düğmesine basarsanız açılır. Bu bir gerçektir. Tabii kumandanın pili yoksa açılmaz ya da televizyon bozuksa açılmaz. Dolayısıyla gerçek de duruma göre farklı olabilir. Ancak gerçek kavramı söz konusu olduğunda somut ya da objektif bazı oluşlardan söz ediyor olduğumuz açıktır.
Yapay zeka, bize zarar vermek yerine faydalı olabilir. Ama bunun için ekonomik sistemi nasıl etkileyeceğini düşünmeliyiz. Yapay zeka sohbet robotları, sizin sorularınızı internette arayıp, mantıklı cevaplar veriyor. Siz bunu şaşırtıcı buluyorsunuz. Ama aslında siz de aynı şeyi yapabilirsiniz, eğer arama robotlarını iyi kullanabilir, doğru soru sorabilir ve aldığınız sonuçları işinize yarayacak şekilde düzenleyebilirseniz. Yapay zeka sohbet robotları, sadece kendilerine öğretilen algoritmalarla akıllıca sonuçlar çıkarıyor.
Sezgi, gerçeği dolaysız olarak kavrama, bilinçli bir düşünme ve yargıya varma süreci olmaksızın doğrudan, aracısız bilgiye ulaşma yetisi olarak tanımlanabilir. Felsefede, sezgi kavramı farklı anlamlar ve önemler taşımıştır. Örneğin, Descartes ve Kant sezgiyi akılsal bir yeti olarak görürken, Bergson sezgiyi felsefenin yöntemi ve hayatı kavramanın yolu olarak savunmuştur. İslam felsefesinde ise sezgi (hads) kasıt gütmeden edinilen bilgi türü olarak tanımlanmıştır.